10 Ekim 2015
Cumartesi
NURİ PAKDİL İLE OTUZ YEDİ YIL
6 EKİM 2015 Salı günü, yakın dostum Baki Kaya ile birlikte, Üstad Nuri Pakdil’i, Çankaya Kuloğlu sokaktaki evinde ziyaret ettik.
*
Nuri Pakdil’i, 1976 yılının Ağustos ayında tanıdım.
Maraş İmam-Hatip Lisesi’nde öğrenciydik.
Edebiyat ve sanatla ilgilenen; okuyan, yazma heveslisi üç-beş kişilik bir grubumuz oluşmuştu.
Bizden birkaç sınıf ilerde bulunan merhum İbrahim Sarı başta olmak üzere, bizimle ilgilenen, bizi yönlendiren, bilinçlendiren ağabeylerimiz vardı.
Bir süre Maraş kütüphane müdürlüğü de yapan Erdem Bayazıt, İsmail Kıllıoğlu, Osman Sarı, Osman Nalbant o yıllarda yakın ilgisini gördüğümüz yazar, şairlerdi.
*
Nihayetinde lise öğrencisiydik ama, kabımıza sığmayan, yüksek idealleri olan, bir şeyler ortaya koyma çabasında, hareketli bir yapımız vardı.
*
Çok okuyorduk.
Yukarıda adlarını andığım yazar-şairler hangi kitabı önerseler, hemen o gün okumaya başlıyorduk.
Okuduklarımızı birbirimize aktarıyorduk.
Gece yarılarına kadar sürekli beraberdik.
Ali Karaçalı, Ökkeş Aydoğan, Mehmet Bal ile dört kişi hiç ayrılmıyorduk.
Uzunoluk caddesindeki Halis Çayevi en temel mekânımızdı.
Halis ustayla akraba gibi olmuştuk.
O da bizim sohbetlerimize katılır, bizim dünyamızı anlamaya çalışırdı.
Hemen hemen bütün doğu ve batı klasiklerinden haberdar olmuştuk.
Seyyid Kutub’un tefsiri Fîzılâl'il Kur'an’dan Mesnevi’ye; Siyer ve Asr-ı Saadete ilişkin kitaplardan Kelile ve Dimne’ye kadar tüm kitapları da o yıllarda okuduk.
Dostoyevski hayranıydık.
Balzac, Stendhal, Camus, Faulkner gibi Batı dünyasının önemli yazarlarının eserleri elimizdeydi sürekli. Sokrates’in Savunması anladığımız bir metindi.
Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç neredeyse ezberlediğimiz yazarlardı.
*
İlişki içinde bulunduğumuz yazarların da ağabeyi, ustası, önderi konumundaki Nuri Pakdil de satır satır, kelime kelime izlediğimiz, örnek almaya çalıştığımız büyük bir yazardı.
*
Bu arada Maraş’ta yayımlanan Işık Gazetesi’nde sanat-edebiyat sayfası düzenliyorduk.
*
Edebiyat Dergisi’nin Temmuz 1976 sayısının “Değiniler” köşesinde, Emin Ziyaioğlu adıyla Nuri Pakdil usta bizim sanat köşemizden söz etmiş, bizi onurlandırmıştı.
Büyük usta, bizden söz etmişti.
Geleceğin büyük yazarlarının buralardan çıkacağını belirtmişti.
Bu değini bizim için, geleceği okuyan, bizleri gelecekte bir yerlere oturtan, daha çok çalışmamızı bir zorunluluk hâline getiren, âdeta bir buyruk, bir çizilmiş rotaydı.
Heyecan ve hayallerin zirvesindeydik, birkaç gün uyuyamadık.
Değiniler’deki birkaç paragraflık, bizim adlarımızın geçtiği bölümü dönüp dönüp okuyor, her okuyuşta farklı anlamlar buluyor, kendimize farklı misyonlar yüklendiğini çıkarıyorduk.
*
İmam-Hatip lisesi sondan bir önceki sınıftaydık.
Yaz tatilindeydik.
1976 yılının Ağustos ayının ilk haftasında, dört arkadaş, Maraş’tan bindik otobüse, sırf Nuri Pakdil ile tanışmak üzere Ankara’ya geldik.
Sanırım dördümüz de Ankara’yı ilk kez görüyorduk.
O yılların ekonomik, sosyal koşullarıyla düşündüğümüzde, Ankara ulaşılması zor, uzak bir yerdi.
*
Otobüsten indiğimizde serin bir Ankara sabahı ile karşılaştık.
Dördümüz de yatılı okuyorduk, parasızdık.
O yıllarda küçük sayılacak bir taşra kentinden geliyorduk. Dolmuşa, otobüse binmeyi bile bilmiyorduk.
Şimdilerde büyük şehir belediyesi binasının bulunduğu yerdeki garajlarda otobüsten indik; otobüsten indiğimizde kalabalıklar içinde kendimizi yapayalnız bulduk.
Yeni tanıştığımız bu kentin caddelerinde uzun uzun yürümüştük.
Binalara, caddelere hayran hayran bakıyorduk.
Adını duyduğumuz bir kamu binasını gördüğümüzde, “Aaa burasıymış.” diyorduk.
Ankara serinliğinde, sora sora Akay Caddesini ve Demirler Pasajını bulduk.
Sıra sıra büroların birinin kapısında, “Edebiyat Dergisi” yazıyordu.
Sabahın erken saatlerinde, uykusuz, yorgun ama heyecanın doruklarında, yirmili yaşlarda dört genç, bu yazıyı görünce ailemize, en sevdiğimize kavuşmuş gibi bir duyguya kapıldık.
Sevinçle, mutlulukla bağırdık:
İşte, Edebiyat Dergisi!
Sanki Kaf Dağı kadar uzak bir yere gelmiş ve aradığımızı bulmuştuk.
Sokaklarda, caddelerde dolaştık.
Ankara simidiyle de o gün tanıştık.
Çayevi bulduk oturduk.
Gün epeyce ilerledi.
Kalktık, yeniden Demirler Pasajına gittik.
Ürkektik.
Heyecandan titriyorduk.
Bize göre, belki de dünyanın, yaşayan en büyük eylemcisi, devrimcisi, düşünce insanı ve yazarıyla karşılaşacaktık.
Hayatımızın dönüm noktasındaydık.
Bizim için inanılmaz bir olaydı.
Edebiyat Dergisi’nin kapısı açıktı.
Heyecanımız bir kat daha arttı.
Cam kapının dışından baktığımızda, Nuri Pakdil, büyük, ahşap masanın başında, tek başına oturuyordu.
O’ndan o kadar çok söz edilmişti ki, O’nu tanıyorduk.
Kırk beş yaşlarındaydı.
Kafasını masaya doğru eğmiş, düşünüyordu.
Büyük Usta’mızı, düşünürken bulmuştuk.
İlk göz temasımız, ilk izlenimimiz böyleydi.
Yalnızdı ve düşünüyordu Nuri Pakdil.
Ürkeklik ve heyecan devam ediyordu; girdik içeriye, kendimizi tanıttık.
O da heyecanlandı.
Kalktı, soyadlarımızla ve başına “sayın” ekleyerek, teker teker hepimize “Hoş geldiniz” dedi ve bizleri kucakladı.
Belki de birisi bize ilk kez “sayın” diye hitap ediyordu.
Sevgi, saygı, öfke, coşku, direnç hepsi bir aradaydı O’nda.
Gözlerini kırpıştırarak, bazen hafifçe gülümseyerek, bazen de celallenerek, kısa, kesik kesik konuşuyor, bize Maraş’la ilgili, okuduklarımızla ilgili bir şeyler soruyordu.
Sonra da durup dakikalarca susuyor, düşünüyordu.
Biz gözlerimizi O’ndan ayırmıyor, tam karşısındaki deri ve iri koltuklarda, nefes almadan oturuyorduk.
Ellerimizi nereye koyacağımızı, ne diyeceğimizi, nasıl bir tutum içinde olacağımızı bilemiyorduk.
Şaşkındık.
Taşralıydık ve taşranın tozları üzerimizdeydi.
Lise öğrencisiydik, hayatın acemisiydik.
Ama Nuri Pakdil, bize yetişkin yazarlar olarak davranıyor, o şekilde hitap ediyordu.
Alışık olmadığımız bir insanla karşılaşmıştık.
Beklentimiz de farklıydı.
Çarpılmıştık.
Bu tanışmanın üzerinden tam otuz yedi yıl geçti.
Üniversite için Ankara’ya geldikten sonra hemen hemen hep Ankara’da olduk.
Nuri Pakdil ile yıllarca birlikte çalıştık; yemek yedik, sohbetler ettik, aynı evi paylaştık. Dost olduk.
Ama hâlâ Nuri Pakdil ile her karşılaşmamızda aynı heyecanı duyarım. İlk karşılaşmamızın çarpılmışlığı yeniden kalkar ayağa.
6 Ekim 2015 Salı günü, Nuri Pakdil’in evinde aynı heyecanın farklı bir tonuyla oturduk.
Salonun üç tarafı kitaplarla kaplı.
Duvarda ilk göze çarpan, Picasso’nun ünlü Guernica tablosu ve değişik açılardan alınmış üç ayrı Kudüs fotoğrafı.
Başka bir yerde Necip Fazıl Kısakürek ve M. Akif İnan fotoğrafları.
Kitap raflarının üzerinde, 1950’lerde, 52 yaşında vefat eden annesi Hatice Vecihe Pakdil Hanımefendinin siyah giysiler içindeki fotoğrafı ile kendisine ait iki tane gençlik fotoğrafı. Bunların tamamı siyah beyaz.
Ve çerçevelenmiş bir tablo.
Tabloda Nuri Pakdil’in kendi sözü yazılı:
Esas olan duru bir gönül ve selim bir kalp ile Allah’a kavuşmaktır.
Kitaplık rafının başka bir yerinde Time Dergisinin İran’la ilgili kapağı duruyor.
Başka bir duvarda ise bir mezar taşı fotoğrafı var. Mezar taşı Nuri Pakdil’in dedesine ait. Fotoğraftaki mezar taşında, eski harflerle şöyle yazıyor:
Maraş’lı Dayızade Camii Kebir Nebeviyye Medresesi müderrislerinden Nakıbül Eşraf Elhâc El-hafız Esseyyid Hacı Emin Efendi.
Salona açılan çalışma odasındaki masada, muhtemelen okunmak üzere sıraya konmuş kitaplar üst üste yığılı. Duvarların tamamı kitaplıkla kaplı.
Nuri Pakdil ile bu kez eski günleri konuştuk.
İlk tanışmamız, Edebiyat Dergisi çevresindeki günlerimiz, aynı evde kaldığımız arkadaşlar, onların şu andaki durumları ve en çok da Nuri Pakdil’in hayatı; annesi, babası, dedesi, soyağacı konuşuldu.
“Sizin biyografiniz yazılmadı diye biliyorum, acilen yazılması gerekir diye düşünüyorum.” dedim.
Dedi ki “Bu görevi size veriyorum. Baki de yardım etsin. Şunlar şunlarla da görüşerek yazabilirsin. Benimle de istediğin zaman konuşursun.”
“Büyük bir memnuniyetle yazarım; bu, benim için de onurlu bir görev olur.” dedim.
6 Ekim 2015 günü, dostum Baki Kaya ile gittiğimiz Nuri Pakdil’in evinden yeni ve zoru bir görevle ayrıldık.
*
“Yazacak çok şey var.” demiştim daha önce bu köşede.
Şimdi çok daha zor; etkileyici, sıra dışı, otuz yedi yıl önce başlayan dostluğumuzun da ağır yüküyle Nuri Pakdil’in biyografik romanını yazmak gibi bir görev üstlenmiş oldum.
*
Kuşkusuz, Nuri Pakdil’in sayısız hayranı var.
İzinden, yolundan yürüyen insanlar var.
*
Ama, belki de bu kitapta en çok üzerinde durulacak nokta; bir devrimcinin yalnızlığı olacaktır.