İSTENMEYEN NÜFUS HAREKETLERİ (MÜLTECİ HAREKETLERİ, YASADIŞI GÖÇ VE SINIR GEÇİŞLERİ)
İSTENMEYEN NÜFUS HAREKETLERİ
(MÜLTECİ HAREKETLERİ, YASADIŞI GÖÇ VE SINIR GEÇİŞLERİ)
Dünya tarihi boyunca toplumların sosyal dokularını ve medeniyetlerin oluşumunu etkileyen olayların başında, geniş coğrafyalara münhasır nüfus hareketleri, bir başka deyişle göç dalgaları gelmektedir. Kitlesel göçler umumiyetle fetihler, savaşlar, iç savaşlar, sürgünler, kötü (sorun çözemeyen, zulüm ve baskı) yönetimlerden kaçış, etnik temizlik uygulamaları, daha iyi yaşam koşullarına kavuşma arzusu, salgın hastalıklar ve iklim değişikliği nedeniyle ortaya çıkan kuraklık ve kıtlık gibi doğal veya insan kaynaklı sebepler yüzünden olmaktadır. Günümüzde bazı coğrafi bölgeler ve ülkeler nüfus çekerken (western drift), bazı bölgeler adeta boşalmaktadır.
Bizatihi Türk tarihinde Orta Asya’da başlayan kuraklık nedeniyle Türklerin, dünyanın dört bir yanına göçtükleri öğretilegelen bir vakadır. Cengiz ordularının önüne katarak Türkistan’dan İran’a, oradan da Karadeniz’in kuzeyi ve güneyinden Anadolu, Filistin, Mısır ve Doğu Avrupa’ya doğru sürdüğü Turani kavimler, bu coğrafyaların son bin yıllık tarihini şekillendirmiştir. İÖ 1. yüzyılda İskandinavya’dan yola çıkarak, Karadeniz’in kuzeyine yerleşip, oradan da güneye ve batıya doğru hareket ederek, bugünkü Daçya, Trakya, Yunanistan, Girit ve Rodos’u işgal eden Gotlar, Roma tarihinin bir döneminin şekillenmesinde başat amillerden biri olmuştur. İÖ Yahudilerin Filistin’den sürülmesi, Endülüs bağlamında önce kuzeye sonra güneye doğru yaşanan göçler, Timur’un baskısıyla Çin’den İstanbul’a, Kahire’ye ve Hindistan’a kadar yaşanan hercümerç, Balkan ve Kafkas coğrafyasından Anadolu’ya sürgünler ve göçler, nüfus mübadeleleri, tehcirler, Filistin’e tersine Yahudi göçü ve işgali, vb hepsi tarihin oluşumunda bir şekilde rol oynamıştır.
İstem dışı nüfus hareketleri devletlerin tehdit algılamalarında da temel faktörlerden birini oluşturmaktadır. İstem dışı göçler yoluyla ülkelerin nüfus yapısı değişmekte, yeni gelenler, patronlarından hemen hiçbir hak talebinde bulunmayan, adeta köle şartlarında, ucuz işgücü olarak piyasaya girerken, yerleşik olanlar, sahip oldukları refah ve konfor seviyesinden feragat etmek zorunda kalacakları endişesiyle, gelenlerle ekmeğini, toprağını, refahını ve ülkesini paylaşmak istememektedir. Bunun sonucu ortaya çıkan yabancı düşmanlığı coğrafi sınır tanımaksızın yayılmaktadır. Avrupa’ya gidildiğinde, İslam Düşmanlığı, Afrikalı düşmanlığı şeklinde tezahür eden bu vaka, ABD’nin güney eyaletlerinde Latin düşmanlığı, diğer bölgelerinde İslam düşmanlığı, Çinli düşmanlığı şekline bürünmekte, Rusya’nın doğu ve uzak doğu bölgelerinde Çinli düşmanlığına dönüşmektedir.
Öte yandan dünya ekonomisinde gittikçe artan daralma ve nüfus artışıyla orantılı bir şekilde büyüyeme eğilimi, yerel ve mikro bazda çalışanlar açısından iş kaybı, ücret düşüklüğü ve refahın azalması kaygılarına yol açarken, kontrollü göç alınması özellikle nüfus artış hızı durağanlaşan ya da negatife dönen ülke ekonomilerinde büyümenin devamı için olmazsa olmaz bir şart haline gelmeye başlamaktadır. Bu yüzden Batılı ülkeler, ekonomik gereklerle, göçmen devşirme politikalarını kontrollü bir şekilde sürdürmeye çalışmaktadır. Genelde zenginler kulübü diyebileceğimiz bu ülkelerin halklarının, sahip oldukları yaşam konforundan taviz vermeden, hem çocuk yapmaması, hem zor, pis ve riskli işlerde çalışmak istememesi, hem de yabancı düşmanlığı yapması bir çelişki gibi gözükmektedir.
Öte yandan birçok Avrupa ülkesinde, elde edilen tecrübeler ışığında, Türkler ve Kuzey Afrikalılar gibi Müslüman olan ve ait oldukları kimlik bağlarını göçtükleri ülkede terk etmeyerek, kendi kimliğiyle orada var olmaya çalışan ülkelerden göçmen almak bir yana, tersine göçü sağlayıcı tedbirler alınmaya çalışılmaktadır. Örneğin Hollanda hükümeti Türkiye’ye geri dönen Türklere yaşam boyu maaş bağlarken, artık mümkünse, Türkiye kökenli (özellikle Sünni ve Türk) nüfus kabul etmemektedir. Bunun yerine kültürel aidiyeti zayıf, geçmişini unutarak kolay asimile olabilen, Avrupa kültürü ve değerlerini üst değer olarak benimseyebilen yörelerden (Afrika’nın Orta ve güneyi, Uzakdoğu) nüfus devşirme faaliyetlerine öncelik vermektedirler. Almanya’da da benzer uygulamalar gözükmekle birlikte, Almanya daha çok asimilasyon politikalarına ağırlık vermektedir. Faslılar ve Cezayirlilerin Fransa’da maruz kaldığı muamele bunlardan iyi değildir.
Avrupa ülkeleri asimile olmaya direnenlerden oluşan ve kontrol edemeyeceği bir nüfus hareketinden kendini korumak için, bir yandan göçmen taşıyan gemilerin askeri operasyonlarla kaynağında batırılmasını ve arama kurtarma faaliyetlerine daha fazla kaynak ayırılmasını tartışırken, diğer yandan göçmenlerin deniz ortasında boğularak ölmesine seyirci kalmaktadır. BM Mülteciler Yüksek Komiseri Melissa Flemming 10 Nisan 2015’te düzenlediği basın toplantısında, 25 Mart’tan bu yana Libya’dan kaçanlardan en az 800 kişinin teknelerinin alabora olması sonucu öldüklerini açıklamıştır. Boğulan göçmenleri kurtarma sorumluluğu, kıyıdaş ülke olan AB ülkelerinde olmasına rağmen, özellikle İtalya ve Malta, kaynak yetersizliğini bahane göstererek, kurtarma hizmetinde yetersiz (gönülsüz) kalmaktadır. Mülteci akınlarında, önleme ve arama-kurtarma konusunda yardımı istenen NATO da bu konuda aktif bir tutum takınmaktan kaçınmaktadır. Diğer yandan AB ülkeleri, Türkiye, Ürdün, Lübnan gibi bölgesel krizlerden kaynaklanan mülteci akını sorunlarıyla boğuşan ülkelere karşı üç maymunu oynamaktadırlar. Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki çoğu kendi uygulamalarından kaynaklanan savaşlar nedeniyle mülteci durumuna düşen, bir bakıma yangından kaçarak canını kurtarmaya çalışan bu insanları kabulde oldukça isteksiz davranmaktadır.
İslamofabia bütün Batı’ya şamil bir vaka olması hasebiyle, ABD’de de önde gelen yabancı düşmanlığı motiflerinden birini oluşturmaktadır. 11 Eylül saldırılarının zehirlemesiyle, tarihinin uzunca bir süresinde ırkçılığı içselleştirmiş bir toplum dokusuna sahip ABD’de, bu ırkçı geçmiş İslam düşmanlığı, yabancı düşmanlığı formatında yeniden hortlamıştır. Özellikle son yıllarda bu düşmanlığın tetiklediği siyahilere yönelik yaygın polis şiddeti, ırkçı eylemlerin yeni bir türü olarak toplumsal barışı bozan en önemli iç güvenlik sorunu olmaya devam etmektedir.
Daha yerel odaklı baktığımızda, ABD’nin güney eyaletlerinde (Los Angeles, Texas) halkta bir “Latinleşme” korkusu olduğu söylenebilir. Daha çok Meksikalıların, ama genelde bütün Latin Amerikalıların oluşturduğu göçmen akımı bu bölgelerde endişe kaynağı oluşturmaktadır. Meksika sınırındaki bazı kasaba ve küçük şehirlerde nerdeyse İngilizce bilen insana rastlanmamaktadır. Ancak ABD, kuzeyinde çok yoğun bir nüfusa sahip olmayan ve kendisi de dış göçe ihtiyaç duyan Kanada’nın olması, doğu ve batısının okyanus gibi aşılması oldukça güç bir engele dayanması ve Meksika sınırında oldukça gelişmiş bir sınır kontrol sistemine sahip olması sebebiyle istenmeyen nüfus hareketlerini kontrol altında tutabilmektedir.
Rusya’da Sibirya’yı işgal eden Çinliler korkusu ufku sarmış durumdadır. Bu korkunun tarihi bir boyutu da vardır. Bugün Rusya’nın Uzakdoğu Federal Bölgesi sınırlarında kalan Amur Nehri’nin (Kara Irmak) kuzeyinde kalan bölgeler, Çin tarihinde “Haksız Anlaşmalar” olarak adlandırılan, 1858 Aigun (Seul) ve 1860 Pekin anlaşmalarıyla Rusya’ya devredilmişti. Aslında Rusya’nın Uzakdoğu Federal Bölgesi ile Sibirya’yı Çinlilere kaybetme korkusunun temelini, kendi demografik krizi ile Sovyet dönemi nüfus kontrol tedbirlerinin yokluğundan dolayı, genç nüfusun Uzakdoğu ve Sibirya Eyaletlerini terk etmesi oluşturmaktadır.
Rusya’nın Sibirya ve Uzak Doğu Eyaletlerinde yaşayan 29 milyon nüfusun 2030’larda 20 milyonun altına düşeceği tahmin edilmektedir. Çin’e komşu Rus eyaletlerinde nüfus yoğunluğu kilometrekare başına 1,2 kişiyken, karşı taraftaki Çin eyaletlerinde yaşayan 100 milyon kişi kilometrekare başına 100-120 kişi yoğunluk oluşturmaktadır. Uzakdoğu eyaletlerinden son on yılda 1 milyon kişi Uralların batısına göçmüştür. Rusya’nın Çin’e komşu Uzakdoğu Federal Eyaletinde 7 milyon civarındaki nüfusun 500 bini şimdiden Çinli olmuş durumdadır. Çin sınırına yakın çoğu yerleşim biriminde Ruslar azınlık durumuna gelmiştir.
Çin tarafındaki yüksek işsizlik ve düşük büyüme oranları ile kamu fabrikalarından işten çıkarmaların yarattığı sosyal gerilim, bölgede yaşayan Rusya vatandaşlarından kat be kat fazla durumdaki Çinli işsizler için doğal bir nüfus akım mihveri oluşturmaktadır. Çincede “açlık ülkesi” adıyla anılan Sibirya ile Uzakdoğu Federal Bölgeleri, Rusya’da mevcut işgücü talebiyle Çin’de artan işsizlik ve yüksek yaşam standardı isteği nedenleriyle gitgide daha çok istenmeyen Çinli göçmen çekmektedir. Sorun, gelen Çinli akımını asimile edip özümseyecek çapta bir Rus nüfusun bu bölgelerde yaşamamasıdır. Rusya bu durumu yönetebilmek için birçok proje başlatmış durumdadır. Ancak bu projeler Rus kökenlilerde meydana gelen yabancı düşmanlığını gidermekte yetersiz kalmaktadır.
Türkiye de kontrolsüz nüfus hareketlerinin yıpratıcı etkisiyle yüzleşmek durumunda kalmaktadır. Bulgaristan’ın 1980’lerdeki ayırımcı ve asimilasyoncu politikalarından kaynaklanan 1989 göçü, 300 bin Türk kökenli insanın Türkiye nüfusuna eklenmesi sonucunu doğurmuştur. Afganistan, Azerbaycan-Ermenistan, Bosna, İran-Irak, Kosova savaşları da her biri yıllara ve şartlara göre değişen miktarda dış göç alınmasına sebep olmuştur.
Bugün Suriye ve Irak’taki savaş sebebiyle 2 milyonu aşkın insanın adeta baskın tarzında, plansız, programsız bir şekilde sınırlarından içeri akması, Türkiye’nin yüzleşmek zorunda kaldığı en büyük göç sorununu oluşturmuştur. Burada söz konusu edilen savaş mağduru biçare insanların güvenliklerinin sağlanması, yaşam olanaklarına kavuşturulması değildir.
Türkiye maalesef bu nüfus hareketlerini yeterince önceden öngörememiş, gerekli önleyici tedbirleri alamamış ve adeta sorunun kendi halkı üzerine yıkılması karşısında aciz kalmıştır. Bugün Güneydoğudaki kentlerden İstanbul’a uzanan hat üzerinde her kentin yönetilemeyen bir göçmen sorunu meydana gelmiştir.
Türkiye başlangıçta, çok düşük rakamlarda( Suriye’den gelebilecek göçmen sayısı 150-200 bin kişi tahmin ediliyordu, bu sayı 500 bini aşınca bir tahminde bulunmaktan vaz geçildi) kalacağını tahmin ettiği göç dalgasının yarattığı sorunları aşmak için uluslararası toplumun yardımını talep etmekte, nedense, isteksiz davranmıştır. Daha sonra gelen göçmen sayısı tahminleri çok aşan bir miktara ulaştığında da yardım istekleri karşılıksız kalmıştır. Maalesef bu sorun bir iç sorun gibi algılanarak, iç kamuoyunu yatıştırmaya yönelik söylemlere başvurulmuş, dış dünya ise suçlanarak, adeta onların yardımına ihtiyaç olmadığı gibi yersiz bir tavır gösterilmiştir. Artık sorun iyice azmanlaşıp Türkiye’nin imkânlarıyla üstesinden gelinemeyecek bir seviyeye ulaşınca da, eleştirmekte ölçüsüz davranılan müttefiklerin sağır duruşuyla karşılaşılmıştır. Ülkemize sığınan bunca insanın yükünü paylaşmaya hiçbir ülke veya uluslararası kurum gönüllü olmamıştır. Hâlbuki bu gibi durumlarda, biri bin yaparak feveran etmek, uluslararası toplumu ve başta BM olmak üzere uluslararası kuruluşları yardıma çağırmak, isabetli bir tutum olurdu.
Artık gelinen noktada sorunun, sadece Suriye’ye komşu ülkelerin üzerine yıkılarak sürdürülemeyeceği iyice anlaşılmıştır. Hiçbir devletten dış yardımsız böylesine büyük bir nüfusun ülkesine dolmasına ve ülkede serbestçe dolaşıp, dilediği yere yerleşmesine müsaade etmesi beklenemez. Ayrıca hiçbir devlet, başka ülkelerin savaş mağdurlarını kurtaracağım diye kendi ülkesinin, insanının güvenliğinden, toplumsal barış ve huzurundan feragat edemez. Ederse elbette bunun da yaşamda bir karşılığı vardır.
Bu ölçekteki bir dış nüfus her ülke için yıkıcı etkilere sahiptir. Hiç bir ülke başka bir ülkeden kaynaklanan böylesine büyük bir göç seline karşı aldığı, alacağı tedbirlerden dolayı suçlanamaz. Ortaya çıkan durum Türkiye’nin istikrarına, bütünlüğüne, ulusal güvenliğine, toplumsal barış ve huzuruna bir tehdit teşkil etmektedir. Bu yüzden Türkiye kendi geleceğini ve ülkesini düşünerek gerekli gördüğü tedbirleri kendisi almalıdır. Buna güneyimizde oluşturulup büyütülmeye çalışılan terör kuşağının dağıtılması ve Suriyelilerin kendi ülkelerinde güvenliğini sağlayacak her türlü tedbirin alınması da dâhildir. Aksi takdirde geç bile geçmiş olacaktır.
Baki Kaya
Konuk Yazar