YEREL KONGRELERİN İŞGALE KARŞI DİRENİŞ VE MİLLİ BİRLİĞİN SAĞLANMASINDAKİ ÖNEMİ
YEREL KONGRELERİN İŞGALE KARŞI DİRENİŞ VE MİLLİ BİRLİĞİN SAĞLANMASINDAKİ ÖNEMİ
Birinci Dünya Savaşının yenilgiyle kapanması Osmanlı toprakları üzerinde bir devlet sorunu da yarattı. Buralarda hangi devlet ya da devletler var olacak ve nasıl yapılanacaklardı?
Bu konudaki ana tezler, arkasında aktif bir devlet gücü ya da yerel/ulusal kitle desteğine sahip tasarımlardır. Bunlar, İtilaf Devletlerinin tezi, Osmanlı Yönetimi (Padişah ve İstanbul Hükümeti) tezi, yerel hareketler ve Milli Hareketin tezi.
İtilaf tezlerinin ardında “Düveli Muazzama”, bugünkü deyimle süper devletler vardır ve mütareke dönemi başlarında en güçlü gibi görünen program bunlarınkidir. İtilaf Devletlerinin tezleri köklü bir geçmişten kaynaklanıyordu. Bu devletler 19. yüzyıldan beri Şark Meselesini menfaatlerine uygun şekilde çözmeye uğraşıyorlardı. I. Dünya Harbi’nin başlarında, 1915’te yayımlanan bir kitap, Yüz Paylaşım Tasarısı adını taşımaktaydı. Müttefikler, daha harbin başında gizli paylaşım anlaşmalarıyla[i] Osmanlı topraklarının paylaşımı hususunda anlaşmış bulunuyorlardı.
Fransa, Eylül 1917’de Başbakanı, 27 Aralık 1917’de Dışişleri Bakanı aracılığıyla istila amacı gütmediklerini öne sürerken böyle bir tutum içindeydi. İngiltere Başbakanı Lloyd George, 5 Ocak 1918’de “Türkiye’yi başkentinden ve nüfusunun çoğunluğu bakımından Türk olan Anadolu ve Trakya’daki zengin ve şanlı ülkelerinden yoksun bırakmak için savaşmıyoruz(...) Türk soyunun yaşamakta olduğu ülkede, Türk İmparatorluğunun, başkenti İstanbul olmak üzere devamına engel olacak değiliz” derken, Bolşevikler tarafından açığa vurulan gizli paylaşım anlaşmalarından vazgeçmiş gibi görünüyor ve muhtemelen ortalığı yatıştırma ve oyalama taktiği uyguluyordu.
İtilaf Blokunun gerçek tezini diplomatik söz ve davranışlarda değil, sahicilikleri zaman içinde sınanmış bulgularda aramak gerekir. Bunları da sırasıyla: Şark Meselesine yaklaşımlarında, Batı kamuoyuna ve siyasetine egemen olan cezalandırıcı ve yayılmacı görüşlerde, bunları belgeleyen gizli paylaşım anlaşmalarında, bunların uygulanma biçimleri olan Mondros Mütarekesinde, Sevr Anlaşmasında ve Üç Taraflı Antlaşmada bulmak mümkündür.
İngiltere eksenli ve Gladstone-Lloyd George patentli saldırgan çizgi, Türklerin tamamen yenildiklerinin dünyaya ve özellikle İslam âlemine gösterilmesi, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun akıbeti konusunda “sert ve kesin” kararlı olduğunun kanıtlanmasını dayatıyordu. Bu politikanın somut hedefleri, Rusya’nın tek varisi olan İngiltere’nin Boğazlar bölgesini denetimi altına alması, İmparatorluğun tâbi halklarının (Ermeniler, Kürtler, Araplar, Rumlar, Yahudiler) özgürleştirilmesi, halifeliğin İngiltere gözetimindeki bir Arap devletine aktarılması şeklinde özetlenebilir.
Bu politikaya uygun olarak önce Arap illeri işgal edilmiş, sonra Yunan ve Ermeni güçleri bu programın geri kalanını gerçekleştirmesi için desteklenmiştir. Aslında yalnız İngiltere değil, diğer Batı ülkelerinin kamuoyları da “medeniyete ehil olmayan ve suçlu Türklerin cezalandırılması” tezi çevresinde kümelenmişti.
Bu sürecin sonunda dayatılan Sevr ile güneydoğu illeri Fransa’ya, Trakya hukuken, İzmir ve çevresi de fiilen Yunanistan’a veriliyor, doğuda Ermenistan devleti ve özerk bir Kürdistan yaratılıyordu. “Vatikanlaştırılmış” İstanbul ise zaten şartlı olarak Türklere bırakıldığından, yeni devletin parçası olarak kabul edilemezdi. Marmara ve Boğazlar bölgesinin gerçek egemeni ve yöneticisi ise Uluslararası Komisyon’du. Üç taraflı Antlaşmada Anadolu’nun geri kalan bölümünün aşağı yukarı üçte ikisini çıkar ve nüfuz alanları olarak Fransa ve İtalya’ya sunuluyordu. Bu durumda “Yeni Türkiye”, eski Kastamonu vilayetiyle, Sivas (şehir hariç) Ankara ve Bursa Vilayetlerinin birer parçasına iniyor, denizlerle tek bağlantısı da Karadeniz’den ibaret kalıyordu. İtilaf Blokunun Türkiye için öngördüğü devlet modeli “yarı sömürge tipi bir köylü devleti” modeliydi.
Ama tarihin anlamlı bir cilvesidir ki, bu planın bozulmasında Türkiye’deki ulusal kurtuluş savaşına “bağımsızlık saplantısı” içindeki ulusçular önderlik ederken, hareketin kitle temelini genç köylü nüfus ve orduları oluşturacaktır. İtilaf Devletleri Mondros Mütarekesinin işgallere açtığı kapılarla büyük bir olanak elde ettiler. Lozan müzakerelerinde asıl kapışma, ulusal tez ile İtilaf tezleri arasında olmuştur.
Osmanlı tezinde ülke ve toplum anlayışı açısından dikkat çekici bir durum vardır. Bu da Arap illerinin ve halkının Osmanlı Devletine bağlılığının devamının istenmesi, buna karşılık Anadolu ve Rumeli’de Türklerin çoğunlukta olduğu topraklar için duyarlılık gösterilmeyişi, hatta bunların bazılarının bırakılmasının kabul edilmesidir. Suriye, Yemen, Filistin, Hicaz, Irak gibi Arap nüfuslu topraklara idari özerklik tanıyarak bunları Hilafet ve Saltanata bağlı tutma görüşü, Osmanlı yönetimleri tarafından uzun süre ısrarla savunulmuştur.
Osmanlı yönetim çevreleri, dini bir anlayışla, İmparatorluğun Arap toprakları konusunda duyarlıydılar. Ama Anadolu topraklarının yabancı egemenliklere verilmesi yolundaki planları anlayışla karşılıyor, hatta bunlara destek bile oluyorlardı. Sadrazam Tevfik Paşa 12 Şubat 1919 tarihli muhtırasında, kurulması tasarlanan yeni Ermenistan devletine doğu illerinden bazı bölgeler verilmesi niyetini dikkate almaya hazır olduğunu açıklamıştır. Onu izleyen Damat Ferit Paşa aynı düşünceyi paylaşmaktadır. İzmir bölgesinde İngiliz İşgalini isteyen Ferit Paşa, Paris Barış Konferansında Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Batı Trakya için yukarıda ifade edilen hayalci tutumu takınırken, Brest-Litovsk Antlaşmasıyla Rusya’dan geri alınmış olan Kars, Ardahan ve Batum sancaklarından vazgeçebilmekte, Türklüğün sınırı olarak Toroslardan söz etmektedir.
Vahdettin, Mondros Mütarekesinin ağır koşullarını öğrenince sadrazamına “Şartlar ne kadar ağır olursa olsun hemen kabul edelim. İngiltere’nin Şark’taki bize dost politikası değişmemiştir. Daha sonra af ve mürüvvetlerine nail olabiliriz” demiştir. Padişahın af ve mürüvvetine nail olmayı umduğu İngiltere’nin, Osmanlı Devletini parçalamak ve sömürgeleştirmek için uyguladığı “dost politikası” ise belliydi: “Türklere yüz verilmeyecek ve ağır şekilde cezalandırılacakları kuşkuya yer bırakılmayacak şekilde kendilerine anlatılacaktı.”
Osmanlı sarayı ve hükümetlerinin devlet tezi, bağımsızlık değil bağımlılık esasına dayanmaktaydı. Ulusal toprakların ve egemenlik hakkının devri konusunda her türlü tavizi verebilen Osmanlı yönetiminin titizlik gösterdiği tek nokta, saltanat ve hilafetin korunmasıydı. Osmanlı tezinin hedefi, vatan üzerinde millete dayanan milli bir devletin kurulması değil, imparatorluğun çok milletli varlığının sürdürülmesiydi.
Ancak, İmparatorluğun kendisine bağlı kalmasını istediği Suriye, Yemen, Filistin, Hicaz ve Irak’ta İmparatorluğun devamını isteyen bir halk yaşamadığı gibi, bu topraklar, zaten işgalcilerle işbirliği yapan yerel yöneticilerin liderliğinde yürütülen isyanlar ve devamındaki işgallerle fiilen devletin egemenliğinden çıkmıştı. Öte yandan devletin varlığı ve devamı için nesillerini kurban etmiş ve gelecekte de bunu yapacak tek unsur olan Anadolu’daki Türk ve Müslüman ahalinin pazarlıklarda bu kadar kolay gözden çıkarılması tam bir aymazlık örneğiydi. Kısaca Hanedanın tezi arazideki gerçeklerle örtüşmüyordu. Dolayısıyla bu durumun Anadolu’daki halk tarafından öğrenilmesi ya da bunun işgaller nedeniyle aleniyet kazanması, milleti, kendi kaderini İstanbul’dan ayırarak, yeni bir yol çizmeye sevk etmiştir.
İlk yerel sivil örgütlenmelerin gerçekleştiği Elviye-i Selase’de(Kars, Ardahan; Batum) “Türklük”, “Türkler”, “Türkiy(a)e gibi deyimler sıkça kullanılmıştır. Feodal ilişkilerin ve karışık bir etnik yapının egemen olduğu Mardin’de bile Müdafai Hukuk hareketi “Türklük” ve “Türk Yurdu” gibi kavramlarla dışa karşı kimliklerini tanıtmaktadır.
Yerel hareketlerden çıkan ülke anlayışı, fethe ve ümmete dayalı imparatorluk toprakları yerine anavatan ilkesini getirmiştir. Yerel hareketlerden çıkan tezlerin bir diğer ortak paydası, direnişi ve gerektiğinde silahlı mücadeleyi öngörmüş olmalarıdır. Bu özellikleriyle yerel hareketler işgalciyle uzlaşmayı savunan Osmanlı tezine uzak, milli bağımsızlığı ve direnişi öngören ya da öngörecek olan Milli teze yakın düşmektedir. Ancak yerel tezler İtilaf Blokunu hedeflemeyen[ii] sadece somut düşmana yönelik direnme teziyle, Erzurum Kongresinde liderliğini kabul ettiren Mustafa Kemal ile arkadaşlarının geliştirdiği her türlü işgale karşı direnme tezindeki antiemperyalist tavırdan geri konumdadır. Yerel tezlerin özellikleri özet olarak şunlardır:
-Bölgeciliği ya da İmparatorluğun feodal toprak anlayışını değil, milli toprak ve anavatan anlayışını benimsemek,
-Bölgeciliği ya da Osmanlı tarzı çok milletli, ümmet anlayışına dayanan, kozmopolit bir siyasal birliği değil milli toplum modelini kabul etmek,
-Yunan ve Ermeni işgalleri tehdidi karşısında teslimiyeti değil direnme yolunu seçmek, bunun da silahlı biçimini göze almak (ama İtilaf devletlerine “hayırhah” gözle bakmak).
-Söylem bazında Osmanlı egemenlik sistemine ve otoritesine bağlı görünmek, gerçekteyse onu yok saymak, milli egemenlik kavramını hayata geçirmek.
Bu dört nokta yerel hareketlerin Osmanlı sistemine ne kadar uzak, milli teze ise ne kadar yakın düştüklerini ve buna taban sağladıklarını gösterir. Milli tez bir tek kişiye ya da kaynağa indirgenemez. Ancak, bu dağınık ve ham malzemeyi toplayıp birleştiren, yeniden yoğurarak bir tutarlılığa kavuşturan Mustafa Kemal ve önderliğindeki çekirdektir.
Milli tez Haziran 1919’da Amasya Kararları ile belirmeye başlamış, Sivas Kongresi Kararları ve Misak-ı Milli ile (Eylül 1919 ve Ocak 1920) pekiştirilip kesinleştirilmiştir. Ayrı bir devlet programı olarak milli tez, olayların akışı içinde adım adım oluşmuş, esas olarak da Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmesinden sonra somutlaşıp açıklanmıştır. Bu süreçte Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu müfettişi olarak görevlendirilişi, geçiş döneminin meşruiyeti açısından önemli olmuştur. Ne var ki bu görevlendirmeyle Saray-Hükümet ikilisinin niyeti Anadolu’da düzeni sağlayarak İngilizleri tedirgin eden durumlara bir son vermek iken; Mustafa Kemal’in planı milli kurtuluşu örgütlemekti.
Kemalistlerin ülke anlayışı anavatan anlayışıyla sınırlıdır. Bu tutum, Türkçülük, İslamcılık ve Osmanlıcılık akımlarının reddi demektir. Gerçekten de milli devletin sınırlarını Anadolu ve Doğu Trakya ile sınırlayan Kemalistler, bu siyasal sınırları, Türklüğün kültürel coğrafyasından daha dar tutmuş oluyorlardı. Mustafa Kemal her fırsatta, İslamcılığı olduğu kadar Turancılığı da kınayıp reddediyordu.
Kemalistler Arapların çoğunlukta olduğu topraklara artık ülke gözüyle bakmıyordu. O kadar ki, “ecza-yı memaliki Osmaniye sayılan Halep ve Musul’dan Sivas Kongresine kimse çağırılmamıştı. Son Osmanlı Mebusanı ile Birinci TBMM’ye sadece bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan yerlerden temsilci alınmıştır. Bu durumda Kemalist devlet tezinin, “ülkesel temeli Türkiye Türkleri olan bir ulus devlet” olduğu söylenebilir. Bu bakımdan Misak-ı Milli de “Türkler için bir Türkiye” amacına yönelikti ve emperyalist hedefler gütmeyen sadece ulusal niyetlere dayalı yeni bir anlayışı ifade etmişti.
Kemalist tezin nüfus terminolojisinde dikkati çeken ilk husus ulus öncesi kavramlardır. Erzurum ve Sivas Kongreleri beyannameleriyle Misak-ı Milli’de “Osmanlı Cemiyeti”, “Camia-i Osmaniye”, “Osmanlı İslam ekseriyeti” gibi çokulusluluğu ve ümmet anlayışını çağrıştıran terimler vardır. Bu terimlerin kullanılmış olması, hem modern ulus anlayışının berraklaşmamış ve yaygınlaşmamış olmasıyla, hem de Padişaha ve Hilafete olan yoğun bağlılığa doğrudan karşı çıkabilecek güce henüz ulaşılamamış olmasıyla açıklanabilir.
Burada “İslam nüfusu” vurgulaması, İtilaf bloğunun Anadolu Müslümanları (özellikle Türkler ve Kürtler) arasında etnik farklılıklardan yararlanma planlarını boşa çıkarmak için de elverişli bir ifadeydi. Toplum unsurunun tanımlanmasına ilişkin terminolojide, TBMM döneminde anlamlı bir değişiklik görülmektedir. 1920-1925 yılları arasında “Türkiye Milleti”, “Türkiye Halkı”, “Türkiye Devleti” formülasyonları genel-geçer hale gelmiştir. Özellikle 1925’ten sonra (Şeyh Sait ayaklanması), “Türkiye Milleti”, “Türkiye Halkı” anlayışı da terk edilmiş ve tüm yasal metinlerde keskin bir “Türk Ulusu” vurgusu öne çıkmıştır.
Milli devlet tezinin iç egemenliğe ilişkin görüşü Amasya Tamiminde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” şeklinde ifadesini bulmuştur. Milli hareket içe ve dışa karşı meşruluk tabanını demokratik esasa dayamıştır. Demokratik meşruluk anlayışının kilit kavramı ise “hâkimiyet-i milliye”dir. Halkın gücü ve iradesi, dayanılabilecek tek kaynak olarak görülmüş ve bunu seferber etmeden kurtuluşa erişilemeyeceği kabul ve ifade edilmiştir.
Ancak, milli tez gerçekleştirilirken millet ve ordunun padişaha ve halifeliğe bağlılığı ile “İngiltere’ye karşı direnilemez” yaygın inancı göz önüne alınarak, İngiltere ve Padişahlığa karşı son derece saygılı bir dil kullanılmıştır. “Öyleyse, kurtuluş yolu varken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin, İtilaf Devletlerine karşı düşmanlık durumuna girilmeyecekti, sonra da Padişah ve Halife’ye canla başla bağlı kalmak temel koşul olacaktı.” Yani, Türkiye’yi parçalamaya ve yok etmeye karar vermiş İngiltere ve öteki İtilaf Devletleri’ne karşı çıkmadan kurutuluş savaşı yapılacaktı.
Devlet tezini Türkiye’nin kurtuluşundan ziyade İslam milletlerinin kurtarılması eksenine oturtan ve sürekli müttefik değiştiren Enver Paşa, ulusal devlet düşüncesine yabancı olduğu gibi, bunun temeli olan ulusal vatan anlayışına da sığamıyordu. Enver Paşa’nın devlet tezi ve programı, İmparatorluğu diriltmek ve sürdürmek, hatta bir Müslüman-Turan birliği kurmak esasına yönelikti.
İstiklal Savaşı ile ilgili yayınlarda askeri boyutun ve önderin rolünün öne çıkması doğaldır. Ancak bu, liderlik öncesinde ya da etkisi dışında oluşan sivil-toplumsal canlılığı görmeye engel olmamalıdır.
İstiklal Savaşı literatüründe Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ile TBMM’nin açılışı (23 Nisan 1920) arasında geçen 17 aylık zaman kesitine Kongreler Dönemi denilmektedir. Kongre deyimiyle kast edilen, temsili güce sahip, ülkenin ya da bölgenin siyasi ve idari geleceğiyle ilgili kararlar alan, bunların gerçekleşmesini sağlamak için gerekli yapıları kuran organizmalardır. Bu yazıda ele alınan kongre hareketleri, emperyalist saldırı ve tehdit karşısında Türkiye’nin ya da Türkiye’nin bir bölgesinin direnişini temsil edenlerdir.
Kongrelerde göze çarpan ilk özellik, (Sivas ile Afyon ve Pozantı kongreleri dışında kalan) bütün kongrelerin yerel inisiyatiften doğmuş olmasıdır. İkinci gözlem, milli önderliğin girişimiyle toplanan Sivas Kongresinden önce yerel inisiyatife dayalı 15 kongrenin yapılmış olmasıdır. Bunun anlamı, örgütlenme hareketinin Mustafa Kemal’in önder konumuna yükselmesinden önce başlamış olduğudur. Dikkat çeken üçüncü nokta, Sivas Kongresi gibi milli kapsamlı bir hareketten sonra bile, hemen hemen, bu kongreden önce toplanan yerel kongreler sayısı kadar kongrenin yapılmış olmasıdır.
Mütareke dönemi Türkiye’sinde dört tane bölgesel kongre sistemi görülmektedir. Sınır Doğu (Elviye-i Selase), Trakya, Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu ve Batı Anadolu kongre sistemleri. Bölgesel sistemlerin her biri çok sayıda kongreden oluşan “takımyıldızları” görünümündedir.
Bu kongre sistemleri ulusal kongre sisteminin (Sivas Kongresi) doğmasından itibaren yavaş yavaş bunun yörüngesine girecektir. Ulusal kongre, kongre tipi örgütlenmenin en yüksek biçimidir. Bunun tek örneği bütün bölgeleri temsil bakımından zaaflarına rağmen Sivas Kongresidir.
Kongre hareketlerinin belli bir evrim şeması olduğu söylenebilir. Bütün bu gelgitlere karşın süreklilik gösteren çizginin, yerellikten yöreselliğe, buradan bölgeselliğe, oradan da ulusallığa tırmanan bir sarmal hareketi olduğu ortadadır. Bir kere daha bu durum, kurtuluş hareketinin örgütlenme çizgisinin, resmi tarihteki görüşlerin aksine, aşağıdan yukarı bir hareket gösterdiğini ve sivil özelliklerinin ağır bastığını kanıtlar.
Yerel kongreler, Mustafa Kemal ve arkadaşlarında odaklaşan ulusal önderliğin girişimi ve etkisi dışında oluşmuş olmak gibi bir önemli özelliğe sahiptir. Yerel kongreler biçiminde örgütlenme eğiliminin ana dinamosu güvenlik ihtiyacı ve resmi ya da özel kurumların bunu karşılamaya yetmemesidir.
Bu dönemin cemiyet ve kongreleri yeni tipte örgütlenme modelleridir. Bunlar ve özellikle kongreler, işgal girişimlerinin haksızlığını açıklama ve ulusal-bölgesel hakları savunma noktasından işe başlamakta, sonuç alamayınca da yerel otoriteyi bizzat üstlenme ve kendi öz direniş güçlerini yaratma ya da yeniden düzenleme yoluna gitmektedir.
Kongreleri doğuran neden yalnız merkezi otorite ve hükümet boşluğu değil, aynı zamanda düzenli ve milli ordu eksikliğidir; bundan doğan öz savunma zorunluluğudur. 1918-1920 koşullarında yerel savunma amacıyla oluşturulan örgütler, gittikçe çözülen geleneksel iktidar merkezinin dışında ve kısmen de karşısında, birer alternatif güç odağı durumuna gelmiştir.
Askerlik görevinden ayrılan, askeri kimliği ve yetkileri son bulan Mustafa Kemal’i yine güçlü olmaya devam ettiren faktör, sadece asker arkadaşları tarafından (özellikle Kazım Karabekir) desteklenmesi değil, aynı zamanda Erzurum Kongresine ve kongrenin oluşturduğu Heyet-i Temsiliye’ye başkan seçilmiş olmasıdır. Kaynağını sivil temsilden alan bu yeni meşruluk güvencesi, Mustafa Kemal’i de askeri örgütlenme ve direnişe tanıdığı öncelikten, sivil ve siyasal faaliyete ağırlık verme yönüne doğru çekecektir.
Direnişin yerellikten ulusallığa doğru ilk önemli adımı Amasya toplantısı, kararları ve genelgesiyle atıldı. Erzurum Kongresi bölgesel karakterine karşın, ulusallığa gidişin ilk kurumsal unsurlarını taşır. Türkiye’deki direniş hareketinin ulusallaşması ve merkezileşmesi açısından en önemli aşama Sivas Kongresidir. Kurulan cemiyet, Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti(ARMHC) ve Heyeti Temsiliye’si(HT) yalnız belli bir bölgeyi değil, bütün ülkeyi ve vatandaşları temsil eder sayılmıştır. Sivas’ın ulusallık boyutu, dış tehlikenin tanımından da anlaşılır. Yerel hareket ve kongreler dış tehlikeyi Yunan, Rum ve Ermeni üçgenine hapsederken, Sivas’ta “her türlü işgal ve müdahalenin, bilhassa Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine matuf hareketlerin reddi” dış tehlikenin tanımında ulusallık boyutunu öne çıkarır.
Erzurum günlerinde ordudan ayrılmak zorunda kalan Mustafa Kemal Paşa, yetkilerini, meşruluğunu ve hatta önderliğini artık sivil bir kurumdan, kongreden almaya başladı. Bu değişim ilk başta güç kaybı gibi görülebilir. Gerçek ise bunun tersidir. Kongre’de ifadesini bulan bu sivil demokratik kuvvet ve güven kaynağı Mustafa Kemal’i III. Ordu Müfettişi olmaktan çok daha üstün bir kudretle donatmaktadır.
TBMM’nin açılmasıyla ulusal hareketin organlaşması ve kurumsallaşması yolundaki en büyük adım atılmıştır. Yerel Kongre İktidarları Ulusal İktidarın üzerine kurulacağı zemini bölge bölge hazırlamış ve ona temel teşkil etmiştir.
Türkiye toplumunun 19. Yüzyıldan 20. yüzyıla evrilmesi süreci şöyle bir şemalandırma ile açıklanabilir. Tanzimat ve aydınları Batı uydusu bir reformizm, Genç Osmanlılar İslamcı bir reformculuk ve bağımsızlık, Jön Türkler Türk-İslam sentezcisi bir radikalizm ve maceracılık içindeydiler; kongreler dönemi yerel ve ulusal önderleri ve ideolojisi ise, laik ve milliyetçi bir bağımsızlık çizgisinde olup, Türkiyecidir.
Görülüyor ki, ulusal kurtuluş savaşını ve bunun siyasal-hukuksal örgütlenişini lider eksenli ve 19 Mayıs ya da 23 Nisan başlangıçlı olarak düşünmek doğru değildir. Kongreler dönemi ve kongre iktidarları bu süreçte belirleyici rol oynamıştır. Önderin büyük meziyeti ve katkısı, bu tür bir sivil-toplumsal canlılığı gören, bunsuz hiçbir şey yapılamayacağını gösteren ve bu birikimleri en üst mertebesine çıkartan kişi ve muhtemelen “tek adam” olmasında kendini belli etmektedir.
Baki Kaya
Konuk Yazar
[i] İtilaf Devletleri 1915-1917 yıllarında İngiltere- Fransa-İtalya arasında iki, İngiltere-Fransa-Rusya arasında iki ve İngiltere Fransa arasında bir olmak üzere toplam beş gizli paylaşım anlaşması yapmışlardır. Rusya Ekim Devriminden sonra bu gizli anlaşmaları açıklayarak İtilaf Devletlerinin pozisyonlarını ifşa etmiştir.
[ii] Örneğin bütün Ege’yi temsil eden Alaşehir Kongresi, 23 Ağustos 1919 günü, delegelerin tümünün imzasıyla, General Milne’ye şu telgrafı çeker: “İzmir ili ve Karesi Bağımsız Sancağı (Balıkesir) Türk ve Müslümanlarının birlik olarak düzenli örgüte bağlı milli kuvvetleriyle savundukları nokta, sadece Yunanlıların haksız ve hilekar saldırılarına, işledikleri cinayet ve kötülüklere engel olmaktan ibarettir. İtilaf Devletlerine karşı çıkma fikri hiç kimsenin aklından geçmeyen boş bir düşüncedir… Büyük İtilaf Devletleri, İzmir ve yöresinin işgalinde kesin bir politik zorunluluk gördüğü takdirde, bu işgalin Amiral Calthorpe Cenapları’nın ilk açıklamalarında belirttikleri üzere, geçici ve İzmir yöresine sınırlı kalmak üzere ve zalim gaddar Yunan askeri tarafından değil, insanlık ve uygarlıkla donanmış olan uygar İtilaf Devletleri askerleri tarafından gerçekleştirilmesinin sağlanmasını, Kongre soylu kişiliğinizden rica eder ve yüksek saygılarını sunmaktan şeref ve övünç duyar.”
Nazilli Heyet-i Milliyesi tarafından 27 Ağustos 1919’da General Milne’ye çekilen benzer bir telgrafta da şöyle denmektedir: “Aydın iline saldırılarından ve özellikle bu sırada yaptıkları zulüm ve kan dökücülükten dolayı üzülerek Yunanlıları buradan çıkarmaya ant içtik. Biz, İtilaf Devletlerine karşı hiçbir düşmanlık fikri beslemiyoruz…” Benzer yaklaşımlar diğer kongrelerin tutumlarında da görülür.
KAYNAKÇA:
1. Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları, Yapı Kredi Yayınları, 1998
2. İbrahim Artuç, Yeniden Doğuş, Türk Kurtuluş Savaşı, Kastaş Yayınları, 2001
3. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1989
4. Gazi M. Kemal, Nutuk, 1927
5. Şevket Süreyya Özdemir, Enver Paşa, Remzi Kitabevi, 2009
6. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, 2010
7. Lord Kinross, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Atatürk, Altın Kitaplar,2007
8. Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839-1950, İmge Yayınevi, 2008