TEHCİR/SOYKIRIM SARMALINDA 1915 OLAYLARI
TEHCİR/SOYKIRIM SARMALINDA 1915 OLAYLARI
Osmanlı idaresindeki Ermeniler geçmişte Bizanslılar ve kendi prenslikleri döneminde görmedikleri adalet, hak ve hürriyete kavuşmuşlardı. Hemen bütün kamu hizmet ve görevlerinden Türk/Müslüman ahaliyle eşit şartlarda yararlanabiliyorlar, “Millet-i Sadıka” olarak adlandırılıyorlardı. Osmanlı topraklarında sosyal, ekonomik, dini, siyasi, idari, kültürel hak ve hürriyetlere sahip olan Ermenileri bir ayaklanmaya sevk edecek iç şartlar yoktu.
Rusya, 1774 Küçük Kaynarca anlaşmasıyla Osmanlı idaresindeki Hıristiyanlar üzerinde söz sahibi olmuştu. Düveli Muazzama’nın (Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya) zayıflayan Osmanlı Devleti’nden pay alma mücadelesine verdiği isim olan Şark Meselesi de ilk kez, Rusya tarafından Viyana (1815) Kongresinde dile getirilmiştir. Şark Meselesinin çözümü için adeta bir merkezden koordine edilmişçesine uygulanan stratejinin esası;
Balkanlardaki Hıristiyan milletleri Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak, bunun için isyanlar çıkartarak bağımsızlıklarını sağlamak; bu gerçekleşmezse Hıristiyanlar için reform istemek ve mümkün olursa bağımsızlıklarını sağlamak; Türkleri Balkanlardan tamamen atmak ve Anadolu’yu paylaşarak Türkleri Anadolu’dan çıkarmak şeklindeydi.
Avrupalılar bu stratejiyi hayata geçirmek için, 1789 Fransız İhtilali’nden kaynaklanan milliyetçilik fikirlerini, mütemadiyen, Osmanlı Devleti vatandaşı Hıristiyanlara telkin ettiler. Osmanlı Balkanlarında karışıklıklar, isyanlar ve ihtilaller çıkarmaya dönük bu gayretlerin sonucu olarak 1804’te ilk milliyetçi ayaklanmayı Sırplar başlattı. Ancak, 1821 Mora isyanında on binlerce Türk/Müslüman Osmanlı vatandaşını katleden Yunanlılar, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın da müdahalesiyle 1829’da Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanan ilk Hıristiyan topluluk oldu.
Rusya, İran’la yaptığı savaşların sonucunda imzalanan 1828 Türkmençay Antlaşmasıyla elde ettiği Revan (Bugün Erivan) ve Nahcivan hanlıklarını birleştirerek Ermeni vilayetini kurdu. Bu olaylardan hemen sonra meydana gelen 1828-29 Osmanlı-Rus Harbinde, bazı Osmanlı Ermenileri kendi devletine ihanet ederek, Rus ordusuna katıldı ve Erzurum’un teslim olmasında etkili oldu.
Bu sürecin dışında kalmak istemeyen ABD, önce misyonerleri ve tüccarları aracılığıyla Osmanlı ülkesine girerek, Osmanlı Ermenilerini etkileme yolunu izledi. Amerikan misyoner örgütü “American Board of Commissioners for Foreign Missions” 1819 yılında Türkiye’yi faaliyet alanı olarak tanımladı. 1830’da Osmanlı Devleti ile ABD arasında imzalanan Ticaret ve Seyrüsefain Anlaşmasından sonra, Amerikan tüccar ve misyonerleri Osmanlı topraklarına girmeye başladı. 1831’de rahip William Godell Türkiye’deki ilk Protestan misyoner merkezini İstanbul’da kurdu. Godell’in ilk işi İncil’in Ermeni harfleriyle Türkçe basılmasını sağlamak oldu. Çünkü Türkiye Ermenileri evlerinde kendi aralarında Türkçe konuşuyor, ancak yazıda Ermeni harflerini kullanıyorlardı. 1848’de Osmanlı Devleti Türkiye’deki Protestanları ayrı bir cemaat olarak tanıdı. Amerikan misyonerleri en çok Ermeniler arasında başarılı olmuş ve birçok Ermeni’yi Protestan mezhebine çekmişlerdi. 19. Yüzyılın sonunda Türkiye’deki Protestan Ermenilerin sayısı 60 bine ulaşmıştı.
1840’larda misyonerler Türkiye’den ABD’ye Ermeni öğrenci göndermeye başladı. İlk gönderilenler ABD teoloji okullarında papaz olarak yetiştirildiler. Daha sonra çeşitli alanlarda eğitilmek üzere Ermeni gençler ABD’ye gönderildi. Bunlar, ABD’de Ermeni kolonisinin çekirdeğini oluşturdular. Türkiye’den Amerika’ya Ermeni göçü, misyoner ve tüccarların etkisiyle tehcirden yaklaşık yetmiş beş yıl önce başlamış ve 19. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca devam etmiştir.
Kırım Savaşını sonunda düzenlenen 1856 Paris Antlaşması’na, bir ay önce ilan edilen Islahat Fermanı’na atıfta bulunan ve gayrimüslim tebaa için ıslahat taahhüdünü ihtiva eden bir madde, İngiltere’nin ısrarlarıyla eklendi. Rusya gibi batılı büyük devletler de bu maddeye dayanarak, Osmanlı Hıristiyanlarının “koruyuculuğu” rolünü üstlenmeye, Osmanlı iç işlerine karışmaya ve Hıristiyan Osmanlı tebaasını kışkırtmaya başladılar.
Bu kışkırtmaların sebep olduğu 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde Rusya, Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenilerden yine yararlandı. Ermeni Patriği Nerses, Berlin Kongresi arifesinde 13 Nisan 1878 günü İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’ye yolladığı muhtırada, Ermenilerle Müslümanların artık bir arada yaşamasının mümkün olmadığını tespit ederek, Hıristiyan kitlelerinin yaşadığı her yerde Müslüman yönetimin yerini Hıristiyan yönetimlerin almasını istemiştir. Ermenistan(!) ve Kilikya’nın da Hıristiyan yönetim kurulması gereken yerler arasında olduğunu belirten Nerses, Lübnan’da olduğu gibi buralarda da, güvence altına alınmış bir Hıristiyan yönetim istediklerini bildirmiştir.
Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları sonucu Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığını elde etti, Bulgaristan ise yarı bağımsız bir prensliğe dönüştü. Berlin Antlaşmasının 61. Maddesine göre Babıali Doğu Anadolu’da ıslahat yapacak, asayişi sağlayacak ve bu konularda aldığı tedbirleri ilgili devletlere bildirecek, ilgili devletler de tedbirlerin icrasına nezaret edeceklerdi. Böylece Ermeni meselesindeki Rusya İngiltere rekabeti, sorunu uluslararası bir yapıya büründürdü.
Berlin Antlaşması, Ermeni meselesinin tırmandırılmasında bir dönüm noktası oldu. On dokuzuncu yüzyılda Düveli Muazzama ve Rusya’nın desteğiyle meydana gelen, Mora ayaklanması ve akabinde Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması, Berlin antlaşmasıyla Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlaşması ve Bulgaristan’ın yarı bağımsız bir prensliğe dönüştürülmesi, Ermenilerde aynı durumun kendileri için de geçerli olacağı düşüncesini uyandırdı. Ermeniler, Balkanlar’da yaşanan acı olaylardan ders almak yerine, Balkan milliyetçilerini örnek aldılar. Bu şartlar onları bin yıldır birlikte, dostça yaşadıkları topluma ve devlete karşı ihanete sürüklenecekleri psiko-sosyal ve politik bir ortama soktu.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı ülkesinin parçalanması milli devletler kurmak yoluyla oluyordu. Çok milletli imparatorluk, tek milletli devletlere bölünüyordu. Şark Meselesinin halline uygun olan bu kanlı operasyonla Rumeli toprakları parçalanmış, orada yaşayan Türk halkı kırılmış, kılıçtan geçirilmiş, sürülmüş, Yunanlılara, Sırplara, Bulgarlara yer açılmıştı. Şimdi sıra Anadolu’nun parçalanmasına gelmişti. Ermenilere yurt açılarak bu sağlanmaya çalışılacaktı.
Berlin Antlaşması’nın ardından Anadolu’da mantar gibi yabancı konsolosluklar açılmaya başlandı. Yalnızca İngiltere Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzincan, Erzurum, Halep, İzmir, Muş, Sivas, Trabzon ve Van’da on adet konsolosluk açtı. İngiliz konsolosluklarından başka bölgede Rus, Fransız, Amerikan, Alman, Avusturya, İtalya ve İran konsoloslukları da vardı. 1896’da Erzurum’da altı yabancı konsolosluk bulunuyordu.
Berlin Antlaşması’ndan ve sonrasında bütün Doğu Anadolu’nun konsolosluklar vasıtasıyla adeta işgal edilmesinden cesaret alan bazı Ermeniler, yurt içinde ve dışında ihtilalci Ermeni parti ve dernekleri kurmaya başladılar. Bunlar arasında 1878 yılında Van’da kurulan Kara Haç Cemiyeti, 1881’de Erzurum’da kurulan Anavatan Müdafileri, 1885’te Van’da kurulan İhtilalci Armenakan Partisi, 1887’de Cenevre’de Marksist Ermeniler tarafından kurulan Hınçak Partisi, 1890’da Tiflis’te kurulan Ermeni İhtilal Federasyonu (Taşnaksutyun) sayılabilir.
Bu parti, dernek ve örgütlerin amacı, halkı silahlandırarak çeteler kurmak, hükümet yetkilileri ve kurumları ile muhbirlere karşı terör eylemleri düzenlemek, savaş ortamından da istifadeyle isyan ve ihtilaller çıkarmak ve büyük devletlerin olaya müdahale etmesini sağlamaktı. Böylece büyük devletlerin de desteğiyle Anadolu Ermenilerinin bağımsızlığı sağlanacak, daha sonra Rusya ve İran Ermenileri ile birleşilerek büyük Ermenistan kurulacaktı.
Fakat bu yanlış bir hesaptı. Ermenilerin namı hesabına Osmanlı Devletiyle savaşacak bir devlet çıkmadı. Ancak, İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Ermenilerini kendi çıkarları için kullanmak amacıyla kışkırtması, bu gelişmeleri hızlandırmak isteyen Ermeni çeteleri ve derneklerinin Türklere ve devlete sadık Ermenilere yönelik şiddet hareketleri, iki toplumu kısa sürede birbirine düşürdü.
Öte yandan Hınçak komitesi ile Haik gazetesi, Amerika’da, Osmanlı’ya karşı isyana hazırlanan Ermeni göçmenlerini bir an önce Amerikan vatandaşlığına geçmeye ve ondan sonra Türkiye’ye dönüp isyan hareketlerine katılmaya özendiriyordu. Bazı Ermeni gençleri de Türkiye’de ihtilal komitelerine kazandırılıyor, ABD vatandaşı olabilmeleri için Amerika’ya götürülüyor ve Amerikan pasaportunu aldıktan sonra tekrar eylemlere katılmak üzere, Türkiye’ye gönderiliyorlardı. Bu faaliyetlerin amacı, kapitülasyonlar gereğince, ABD vatandaşlarının ancak Amerikan konsolosluk mahkemelerinde yargılanabilmesi muafiyetinden yararlanarak, Amerikan vatandaşı olan Ermeni eylemcilere bir nevi uluslararası koruma sağlamaktı.
İlk ciddi asayiş olayları 1890 yılında Erzurum ve İstanbul’da meydana geldi. Anavatan Müdafileri Cemiyeti üyelerinin Haziran ayında Erzurum’da, Hınçak Partisi üyelerinin Temmuz ayında İstanbul Kumkapı’da Ermeni halkı kışkırtmaları sonucu meydana gelen olaylarda on iki kişi öldü. Bu olayın kışkırtıcıları, Avrupalı devletlerin baskılarından dolayı haklarında bir işlem yapılamayarak, affedildiler. Avrupa devletlerini olayların içine çekmek isteyen Ermeni komitacılar, 1894 yılında Patrik Aşıkyan’a başarısız bir suikast düzenlediler. Aynı yıl içinde meydana gelen Sason(Bitlis) ayaklanması, Ermeni kayıplarından ötürü Avrupa basınını ve kamuoyunu Osmanlı Devleti aleyhine harekete geçirdi. Avrupalı devletler ortak bir baskıcı girişimle, Osmanlı devletine ıslahat yapılacak altı vilayeti (Vilayet-i Sitte: Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Elazığ ve Diyarbakır) bildirdiler.
Sason isyanının Avrupalı devletlerin Osmanlıya doğrudan müdahalesine yol açmadığını gören Ermeni komitacılar, 1895 yılında İstanbul, Divriği, Trabzon, Eğin, Develi, Akhisar, Erzincan, Gümüşhane, Bitlis, Bayburt, Urfa, Erzurum, Diyarbekir, Siverek, Malatya, Harput, Arapkir, Sivas, Merzifon, Maraş, Muş, Kayseri, Yozgat ve Zeytun’da olaylar çıkarttılar. Bu olaylarda Türklerin yanı sıra kendilerine katılmayan Ermenilere karşı da cinayetler işlediler.
Mark Sykes “Darül İslam” adlı eserinde 1895 yılında Zeytun’da meydana gelen olaylarla ilgili şu değerlendirmelerde bulunur: “Dört bir yandan düşmanları tarafından tehdit edilirken ülkenin merkezinde çıkması yakın bir ihtilale göz yummaları mümkün değildi. Düşünmeleri gereken bir vatanları vardı. Eğer isyancıların entrikalarına devam etmelerine müsaade etmiş olsalardı hiç şüphe yok ki en uygun bir zamanda korkunç bir isyan patlak vermiş olacaktı… Dışarıdaki ihtilalciler, büyük devletlerin kendilerine yardıma koşmalarını sağlamak için bir katliamı kışkırtmaya her an hazırdılar. Bu sefillerin, Amerika’nın Türkleri suçlu bulup Türkiye’ye harp ilan etmesini ümit ederek Amerikan misyonerlerini katletmeyi gerçekten planladıklarına inanmak için çok sağlam delillere sahibim…”
1896 yılında Taşnak ve Hınçak komitelerince Van’da çıkarılan isyanda ise 418 Müslüman ve 1715 Ermeni öldü. Bunu Ağustos ayında Osmanlı bankası baskını izledi. 1905 yılında işi, Cuma namazı çıkışı padişaha suikast düzenlemeye kadar götürdüler. Birinci Dünya Savaşı öncesi son Ermeni ayaklanması, Otuz bir Mart Vakasından bir gün sonra(14 Nisan 1909) Adana’da meydana geldi. Otuz bir Mart hadisesinin meydana getirdiği karışıklığı Kilikya Ermeni Devleti’nin kurulması için fırsat olarak gören Ermeni komitacılar, Türk mahallelerine saldırıp isyan başlattılar. Askerler yetişinceye kadar üç gün boyunca Tarsus, Erzin, Nisis, Dörtyol yörelerine de yayılan isyanda, 1850 Türk ve 17 bin kadar Ermeni öldü. Olayı soruşturmak üzere Adana valisi olarak bölgeye gönderilen Cemal Paşa, Avrupa’nın baskısıyla olayın asıl faillerine dokunamadı ve 47 Türk ile 1 Ermeni’yi idam ettirdi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler, başta Rusya, İngiltere ve Fransa olmak üzere yabancı devletlerin kışkırtması ve desteğiyle isyan etmişler, düşmanla savaşan Osmanlı ordusunun harekâtını zorlaştırmak ve engellemek için her türlü eylemi yapmışlardır. Bu eylemler arasında, Ordunun erzak ve mühimmat nakline mani olmak, düşmanla işbirliği yapmak, düşman saflarına katılarak düşman üniforması içinde kendi devletine karşı savaşmak, askeri birliklere ve masum halka silahlı saldırılarda bulunmak, şehir ve kasabalarda katliam ve yağmacılık yapmak, düşman deniz kuvvetlerine erzak temin etmek ve düşmana kılavuzluk ederek hedef göstermek sayılabilir.
Türkiye’nin güneyde Süveyş Kanalında İngilizler, batıda Çanakkale’de İngilizler ve Fransızlar, doğuda Ruslar tarafından yapılan askeri harekâtlarla kuşatılmaya çalışıldığı bir zamanda, Van’da Ermeni isyanı başlamıştır(15 Nisan 1915). Hükümet 24 Nisan’da İstanbul’daki Ermeni ihtilalcilerin elebaşlarını tutuklamış ve başlayan isyanı böylece söndürmeye çalışmıştır. Bu tarih şimdi Ermeni Soykırımını(!) anma günü olarak dayatılmak istenmektedir.
Bir askeri harekâtta geride düşman bir halkın bırakılması büyük bir hata olurdu. Bu yüzden Mayıs 1915’te, devletin ve milletin selameti için harp sahası ve geri bölgesi içindeki Ermenilerin, askeri harekâtı ve ikmal yollarını etkileyemeyecekleri ve savaş koşullarından istifadeyle yerli halka zarar veremeyecekleri bölgelere nakline karar verildi. Bu göç ettirme önce dar ölçüde düşünüldü, yalnız savaş sahasına bitişik yerlerle, denize çıkışı olan yerlerdeki Ermenilerin göç ettirilmesi amaçlandı. Ama bu kararın uygulanması esnasında geride kalan diğer bazı Ermenilerin de isyan ettiklerinin görülmesi üzerine uygulamanın kapsamı genişletildi.
O günkü savaş koşullarında bu nakil istenen düzen içinde yapılamadı. Esasen ordu, Kafkas, Gelibolu, Yemen, Hicaz, Filistin, Kanal ve Irak cephelerine bölünmüş, varlık yokluk mücadelesi veriyordu. Üstüne bir de tehcir vazifesi orduya verildi. Bu işe tahsis edilen kuvvetler tehcire tabi olanların can ve mal emniyetini sağlamakta yeterli olamadı, bu insanların ikmal ve iaşesi de yetersiz kaldı. Tehcir edilenlerin geride bıraktıkları taşınabilir ve taşınamaz malları da kayıt altına alınmak üzere komisyonlar kuruldu ve gittikleri yerlerde bunların bedelleri kendilerine ulaştırılmaya çalışıldı. Ancak harp koşullarında bu da yeterince yapılamadı. Ama en azından yapılmaya çalışıldı.
Tehcir edilenlerin malına, canına ve ırzına tasallut ettiği tespit edilenler cezalandırıldı. Tahkik heyetinin verdiği raporlara dayanarak, kafilelerden para ve eşya çalmak, koruma görevini gereği gibi yapmayarak kafilelerin tecavüze uğramasına sebep olmak, sevk emrine aykırı hareket etmek ve kadın kaçırmak suretiyle görevini kötüye kullanan pek çok görevliye işten el çektirildi. Bunlardan bir kısmı da Divanı Harplerde yargılanarak ağır cezalara çarptırıldı. İngilizler Malta’ya sürdükleri devlet adamlarını ve aydınları Ermeni Katliamı nedeniyle suçlamak ve yargılamak istediler. Ancak İstanbul’u işgal etmelerine ve bütün Osmanlı arşivlerinin ellerinde olmasına rağmen, bunu doğrulayacak bir delile ulaşamadıkları için bir dava açamadılar.
Ermeni tehcirinde yaşamını yitiren Ermenilerin sayısı, uluslararası propaganda süreçlerinde oldukça abartılmıştır. Bugün telaffuz edilen 1,5 milyon rakamının gerçekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı, Paris’te Ermeni Delegasyonu Başkanı olarak bulunan Bogos Nubar Paşa’nın Fransa Dışişleri Bakanlığına yolladığı, 11 Aralık 1918 tarihli yazıdan açıkça anlaşılmaktadır. Bu yazıda Bogos Nubar Paşa tehcir edilenlerin toplam sayısının 6-7 yüz bin olarak tahmin edildiğini, müttefiklerin işgal ettiği bölgelerde sağ olduğu tespit edilenlerin sayısının 390 bin kişi olduğunu, geri kalan 2-3 yüz bin kişinin ise çeşitli yerlere dağılmış olduğu ve henüz onlara ulaşılamadığını ifade etmektedir. Kamuran Gürün ölenlerin sayısının üç yüz bini bulmadığını, Bilal Şimşir de üç yüz binin çok çok altında olduğunu ifade etmektedir. Yusuf Halacoğlu’nun Osmanlı arşiv belgelerine dayanarak yaptığı ayrıntılı çalışmada ise, tehcire tabi tutulan nüfus 438 bin, bunlardan sağ salim iskân sahasına varan nüfus ise 382 bin kişi olarak hesap edilmiştir. Nerede olduğu belirlenemeyen 56 bin civarında kişinin 10 bininin eşkıya-çete saldırılarında öldüğü tespit edilerek, geri kalanının ise salgın hastalık, açlık ve soğuktan ölmüş olabileceği sonucuna ulaşılmıştır.
Birinci Dünya Savaşından sonra tehcire tabi olanların geri dönüşüne müsaade edildi. 31 Aralık 1918 tarihli dönüş kararnamesinden sonra nakledilen nüfusun büyük bir kısmı geri dönmüştür. Geri dönenlerin bir kısmı Mondros hükümlerini istismar ederek işgallere başlayan düşman ordularının üniformaları içinde işgal askeri olarak zuhur etti, bir kısmı da gittikleri yerlerde kalmayı veya daha iyi şartlara kavuşmak düşüncesiyle başka ülkelere göçmeyi seçti. Dönenler, özellikle Adana, Maraş, Antep ve Urfa yöresinde işgallerin başladığı bir zamanda, işgalcilerle aynı zamanda ve onlarla işbirliği içinde döndüler. İşgalcilerin faaliyetlerinde ve kadrolarında yer aldılar. Hatta onlardan aldıkları kuvvetle yeniden eski ham hayallerinin peşine düşüp, çetecilik faaliyetlerine hız verdiler. Kazanan tarafta olmanın ve işgalcileri desteklemenin, kendi toprağına, insanlarına ve devletine ihanet etmenin karşılığını almanın peşine düştüler. Bu da birlikte yaşamanın asgari müştereği olan yaşadığı topraklara ve topluma sadık olma ilkesinin sağladığı zemini tamamen yok etti.
Öte yandan Mondros Mütarekesi Kafkas bölgesindeki Osmanlı Ordusunun 1914 sınırlarına dönmesini hükme bağlıyordu. Kars, Ardahan ve Batum’un boşaltılmasına ilave olarak, Vilayeti Sitte’nin de İtilaf devletlerince işgal edilebileceği mezkûr mütarekede kabul edilmişti. Bu durum Ermenilerin “Büyük Ermenistan” kurma hayalini yeniden körükledi. Adeta Kars’tan Sivas’a, Elazığ’dan Diyarbakır’a yurdun bu bölgesi boşaltılıyordu. Nitekim 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümetine dikte ettirilen Sevr Antlaşması ile Doğu Anadolu’da bir Ermenistan devleti kurulması öngörülüyor, Türkiye ile kurulacak Ermenistan’ın sınırlarının saptanması ise ABD başkanı Wilson’a bırakılıyordu. Wilson’un belirlediği sınır, Giresun’un doğusundan başlayıp, Erzincan’ın batı ve güneyinden geçerek, birçok yerde 1. Dünya Harbindeki Osmanlı-Rus temas hattını izlemekteydi. Bir yandan da Ermenistan 1. Dünya Harbinde saf değiştiren ve gönüllü olarak Rusya kontrolündeki Ermenistan’a göçen 400 bin civarında Ermeni’nin tekrar Anadolu’daki boşaltılan yerlere dönmesi gerektiğini ileri sürüyordu.
Bu şartlarda 1920 yılı sonlarına doğru Türkiye ile Ermenistan arasında savaş çıktı. 24 Eylül’de Ermenilerin Doğu Cephesinde saldırıya geçmesi üzerine, 27/28 Eylül’de Kazım Karabekir komutasındaki Doğu Cephesi kuvvetlerimiz mukabil harekâta başladı. Bu savaşın sonucunda Ermeniler mağlup edilerek 2/3 Aralık 1920’de Gümrü(Leninakan) Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Batum hariç 1877-1878 harbinde kaybedilen yerler Türkiye’ye iade edildi. Oltu, Sarıkamış, Kars, Iğdır anavatana döndü. Nahcivan, Şahtahtı ve Şarur bölgelerinde Türkiye’nin himayesinde yerel yönetimler kuruldu ve Sevr geçersiz sayıldı. Bu antlaşma onaylanamadan Ermenistan Sovyetlerin kontrolüne geçti. Daha sonra Sovyetler Birliği ile Moskova’da imzalanan 16 Mart 1921 tarihli Türkiye-Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması ile Gümrü Antlaşmasıyla öngörülen sınırlar teyit edildi. 13 Ekim 1921’de Kars’ta imzalanan Türkiye ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan arasında Dostluk Antlaşmasıyla da Türkiye’nin doğu sınırı Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ulusları adına da kabul ve taahhüt edildi. Bu antlaşmayla Nahcivan bölgesi şartlı olarak Azerbaycan’a bırakıldı. Kısacası bugünkü Türkiye-Ermenistan sınırı Lozan’dan önce 1920-1921 yıllarında çizilmiş, bu sınırlar Ermenistan tarafından iki defa kabul edilmiş, onaylanmış ve kesinleşmiştir.
Tehcirin 50. yılı münasebetiyle Ağustos 1964’te önce Moskova’nın güdümünde olan Ermenilerin patriği Eçmiyadzin Katolikosu I. Vazken, hemen ardından ABD güdümündeki Lübnan’da meskûn Kilikya Katolikosu I. Koheren birer bildiri yayımlayarak tüm dünyadaki Ermenileri Türkiye’ye karşı seferber olmaya çağırdılar. Bu bildirilerde Nisan katliamını (Tehcir Haziran’da başlıyor, Nisan Komitacıların tutuklanması hadisesidir.) anmak için, bütün Ermeni topluluk ve kolonileri, bütün Ermeni dernekleri el ele vermeye çağrılıyordu. Çağrıyla, Ermeni dini makamları, ulusal örgütleri, tarih, edebiyat, kültür dernek ve vakıfları ile Ermeni basını, Ermenilere ve Ermeni olmayanlara dönük olarak görkemli ulusal törenler, konferanslar, edebiyat etkinlikleri düzenlemeye teşvik ediliyordu. Bu etkinlikler bağlamında anılan kuruluşlardan, büyük katliamda hayatını kaybetmiş olan Ermenilerin kutsal hatıralarını sözle ve fiilen canlandırıp yaşatmak için tarihi delilleri, hatıraları, belgeleri araştırmaları; bu araştırmalardan elde edilen ve Ermeni davasını destekleyecek olan sonuçların Ermeni ve Ermeni olmayan sanatkâr ve yazarlar aracılığıyla sanat ve edebiyat eserlerine dönüştürülerek yayımlanması isteniyordu. Bu çağrının tam da Kıbrıs sorununun alevlendiği, Türk jetlerinin Kıbrıs semalarında uçmaya başladığı, Türkiye’nin AET’ye (AB) ortak üye olduğu bir döneme denk gelmesi dikkat çekicidir.
1965 yılında başlayan bu uluslararası diplomatik, politik ve kültürel hamle kısa sürede sonuç vermeye başladı. Propagandalardan ilham alan Ermeni terör örgütü ASALA 1970’li yıllarda başlayan terör eylemlerinde 40’a yakın Türk diplomatını katletti. Üçüncü devletlerin 24 Nisan’ı soykırım(!) günü olarak tanıması girişimlerine hız verildi. Bu faaliyetler sonucu ilk Ermeni “soykırım” anıtı Nisan 1967’de ABD’nin California eyaletinde, ikincisi Kasım 1967’de Sovyet Ermenistan Cumhuriyetinde Revan’da(Erivan) dikildi. Halen yirmiyi aşkın ülke 24 Nisan’ı “soykırım” olarak tanıma kararı almış durumdadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci, Batı’nın Türkiye’ye dair Şark Meselesi bağlamında gerçekleştiremediği ne varsa, bunların yeniden ısıtılıp tedavüle sokulmaya çalışıldığı, bunları elde etmek için “tam üyelik hayalinin” arada bir gösterilip geri çekildiği bir oyalama sürecine dönüşmüş durumdadır. AB’nin bu tavrı daha 1987 yılında Türkiye AB’ye tam üyelik için başvurduğunda ortaya çıkmıştır. Avrupa Parlamentosu 1987 yılında Ermeni Sorununun çözümüne dair kabul ettiği bir kararda Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımını tanımasını ve Ermenistan sınırını açmasını isteyebilmiştir. Avrupa Parlamentosu sonraki yıllarda da benzer kararlar alarak bu tutumunu ısrarlı ve istikrarlı bir şekilde sürdürmektedir.
Sonuç olarak Ermeni Meselesi, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasına değin uzanan bir tarihsel süreçte Batılı devletlerin “Şark Meselesi” içinde kuluçkaya yatırdıkları, Balkan Hıristiyanlarının bağımsızlıklarını elde etmelerini müteakip, Anadolu’daki Türk/İslam varlığını ortadan kaldırmak için 1878 Berlin Antlaşmasından sonra icra safhasını başlattıkları, kendi siyasi ve stratejik emelleri için Ermeni halkının Türk/Müslüman ahaliye ve tebaası oldukları Osmanlı Devletine ihanet etmesini sağladıkları emperyalist bir projedir. Bu proje ile, yüzyıllardır, birlikte, dostça yaşayan Müslümanlar ile Ermeni halkının arasına şüphe ve ihanet tohumları ekilmiş, karşılıklı güven ve sadakat ortadan kalkınca birlikte yaşamanın imkanı kalmamış, nitekim iki toplum ebediyen ayrışmıştır.
Bugün gelinen noktada tarihin akışı içinde askeri, siyasi ve sosyal zorunlulukların bir sonucu olarak meydana gelen tehcir hadisesi, Ermenistan Devleti, diaspora Ermenileri ve Batılı Emperyalistler tarafından hâlâ kullanılmaya devam edilmektedir. Bu kesimler, Ermeni sorununun karşılıklı olarak anlaşılmasını ve iki toplumun barışmasını sağlayacak hareket tarzları üretmek yerine, bu olayları kin ve nefreti körükleyecek tarzda ele alarak, iki toplum arasında o gün yaratılan düşmanlıktan bugün de yararlanmaya çalışmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden Ermenistan, 23 Ağustos 1990’da yayımladığı Bağımsızlık Bildirgesinde, Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınması ile Batı Ermenistan’ın(Türkiye’nin doğusu) ele geçirilmesinin “milli hedefleri” olduğunu ilan etmiştir. 5 Temmuz 1995’te kabul edilen anayasada da bu “hedefler” olduğu gibi benimsenmiştir. Öte yandan diaspora Ermenileri, uluslararası baskılarla sözde soykırımın Türkiye tarafından kabulünü sağlamayı müteakip, Türkiye içinde ve uluslararası ortamlarda açılacak mülkiyet davaları yoluyla, yeni sorunlar yaratma potansiyelini elde tutmaya devam etmektedir. Halen içte ve dışta soykırım savunucuları, toplumu aptal yerine koyan, bu olayın sorumlusunun bugün yaşayanlar olmadığı, bugün yaşayanların herhangi bir sorumluluklarının bulunmadığı gibi aldatıcı açıklamalar yapmaktadır. Onların asıl niyeti, bu tanımlamanın uluslararası yaygın kabulünü sağladıktan sonra eski defterleri kendi perspektiflerince açmak ve bundan kalıcı hukuki sonuçlar elde etmektir.
Bu meselenin kendi perspektifimiz açısından dünyaya anlatılmasında oldukça yetersiz ve geç kalmış durumda olduğumuz aşikârdır. Olaylar meydana geldikçe, yıllara ve konuşan ağızlara göre pek de içeriği değişmeyen, resmî, “tanımıyoruz, yok hükmündedir” vs. gibi açıklamalar, olayın anlatılması ve anlaşılmasına pek de katkı sağlamamaktadır. Yine de başta kendi insanımız olmak üzere, uluslararası bağlamda tarafsız, sivil insanlara tezimizi ısrarla anlatmaya devam etmekten başka çıkar yol gözükmemektedir. Bunu yaparken, savunmacı, edilgen, olaylara bağlı tepkiler göstermek yerine sorunu devlet politikası ciddiyetiyle ele alıp, planlı, programlı, uzun vadeli bir hamleye dönüştürmek zorunludur. Bu hamle icra edilirken meseleyi tarafsız, dengeli ve adil bir bakış açısıyla çok yönlü ele alan bilimsel tarih araştırmalarının yanı sıra, vicdan ve empatiyi içselleştirmiş, özellikle üçüncü taraf sanatçılarının üreteceği roman, film, belgesel, müzik gibi sanat ürünlerinin etkisinin beklentilerin ötesinde sonuçlar doğurabileceği dikkate alınmalıdır.
Baki Kaya
Konuk Yazar
Kaynaklar :
Yusuf Halacoğlu, Ermeni Tehciri
Bilal Şimşir, Ermeni Meselesi
Sadi Koçaş, Tarihte Ermeniler ve Türk Ermeni İlişkileri
Mark Sykes, Dar’ül İslam
Gündüz Aktan, Açık Kriptolar- Ermeni Soykırım İddiaları Avrupa'da Irkçılık
Cemal Paşa, Hatıralar