kamuajans.com yazarı Celal DEMİRCİ, Ankara İl Millî Eğitim Müdürü olmanın ötesinde aynı zamanda önemli bir şair ve yazar olan Kâmil AYDOĞAN ile il millî eğitim müdürlüğünden yazarlığa giden yolda yaşananlara ilişkin bir röportaj gerçekleştirdi. İlginize sunuyoruz…DEMİRCİ: Eğitim kamuoyu sizi daha çok bürokrat kimliğinizle tanıyor ama aynı zamanda çok güçlü bir şair ve edebiyatçı yönünüz olduğunu biliyoruz. “Köy Yazıları”, “Yük”, “Hayat Kaç Köşeli”, “Hayatın Şiire Sığmayan Yüzü”, “İçimizin Yıldızları” kitaplarınızdan bazıları… Edebiyata bu merak nereden kaynaklanıyor? Maraşlı olmanın kaçınılmaz bir yazgısı mı? AYDOĞAN: Edebiyat bir feryattır. Merak değildir yani. Eğer içinizde zapt edilmez bir duygu fırtınası esiyorsa, bunu bastıramazsınız. Bu fırtına nereden kaynaklı, bunu bilmiyorum. Ama herhâlde, çocukluğumun ruhumda bıraktığı derin izler, Maraşlı olmam, yazmayı kendine “görev” edinmiş insanlarla karşılaşmam, hepsi birer etken. Gençliğimde Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Akif İnan, Cahit Zarifoğlu, Alâeddin Özdenören gibi şair ve yazarlarla tanışmasaydım; onlarla yakın gönül bağı kurmasaydım; yazmayı, hayatımın “önceliği” haline getiremezdim belki.
DEMİRCİ: Ankara gibi bir başkentte bürokrat olarak bunca yoğunluğun arasında şiire edebiyata nasıl vakit ayırabiliyorsunuz? Bu işin sırrı nedir? Yazmak, aydın olmak sizin için ne anlam ifade ediyor? AYDOĞAN: Yazar, yazmadan yaşayamayan kişidir. Ben de öyleyim işte. Bir yaratılış, doğuştan gelen bir karakter. Aslında yazmak, kendi kendine meydan okumaktır. Hayat ırmağının içindeki dalgalara, azgınlıklara, yanlışlara -ki, buna kendi yanlışlarını da dahil etmek gerek- meydan okumaktır. Yazmak, cesarettir; özgüvendir. Ya da yazmak, içindeki derin korkuların bastırılmasıdır. Yazmak, tahrik etmektir insanları, içindeki derinlikleri uyandırmaları için. Yazmak, sorgulamaktır. Eşyayı, dünyayı ve dünyada olanları, davranışları; aydına yüklenen bir görevdir yazmak belki de. Pür sevgi olmak ve bunun peşinden koşmaktır aydın olmak. Yunus Emre, Karac'oğlan, Sezai Karakoç gibi bir şeydir aydın olmak. Aydın olmak, gönlünde sevgiden başka duygu barındırmamak; sevgisizliğe, çaresizliğe, ezilmişliğe karşı durmaktır; tavır almak, yerini belli etmektir.
DEMİRCİ: “SIR” isimli şiirinizde;
“sisler arasında kaybolmuş annemi bulmak ve yeniden doğmak istiyorum” diyorsunuz.
Sisler arasında kaybolan annenizi bulabildiniz mi? Nedir yeniden doğmanın, büyük acılar ve badireler atlattıktan sonra yeniden hayata tutunabilmenin “SIR”rı? AYDOĞAN: Allah'a sığınmaktır. Gecenin koynunda, ıssız bir odada, bir dağın başında, bir vadide, ruhunun bütün hücrelerinde birikmiş ne varsa, hepsini bulmak, ortaya dökmek ve yakmaktır. İnsan, yanlışlar yapar. Bunların bir kısmı bilerek, isteyerek, nefsine esir düşerek yapılan yanlışlardır; bir kısmı da farkında olmadan, bir takım kılıflara koyarak yaptığın yanlışlardır. Bunların izini sürmek, tahlil etmek, değerlendirmek ve bularak, bunlardan sonsuza kadar dönmek zor ama, bahtiyarlıktır. Sır şiiri, böyle bir duygunun ürünü.
DEMİRCİ: Sezai KARAKOÇ ve Akif İNAN isimleri size neleri çağrıştırıyor? AYDOĞAN: Sezai Karakoç, en çok etkilendiğim şairdir. Günümüz şairleri içinde O'ndan beslendiğim, etkilendiğim kadar, hiçbir şair iç dünyamda yer etmedi. “İslam’ın Şiir Anıtlarından” adlı çevirisi de en az kendi özgün şiirleri kadar, insanın ruhunu saran, derin izler bırakan şiirlerdir. Bu topraklarda büyümüş, bu toprakları sarmış, en yüksek duygudur Sezai Karakoç. Düşünce yazılarıysa, bir medeniyet projesinin kalın, sarsılmaz köşe taşlarıdır. Akif İnan'sa bir dosttur benim için. Sıkıntılarımızı, sırlarımızı, yokluklarımızı, mücadelemizi paylaştığımız bir dost, bir ağabey. Akif İnan, Gazi Eğitim Enstitüsünden hocamdır. Alâeddin Özdenören de öyle. 1977 yılında, enstitüye girdikten sonra sürekli birlikte olduk. Gündüz, okulda; akşamları evinde. Sanat, edebiyat, dava arkadaşlığı derken, sendikada da beraber olduk. O olmasa sendikacılığa beni hiç kimse girdiremezdi. Birlikte, Türkiye'yi dolaştık. Hem şoförü, hem yol arkadaşıydım. Uzun yolculuklarda ve sadece ikimiz, konuşulmadık hiçbir şey kalmıyor. Birbirinizle bütünleşiyorsunuz. Akif İnan'ın beklenmedik bir şekilde aramızdan ayrılması, hayatımda yaşadığım en travmatik birkaç olaydan birisidir. Kendinizi, bütün hayatınızı bir tek kişinin irade ve inisiyatifine bırakıyorsunuz ve kendi başınıza hiçbir plan yapmıyorsunuz. O da ansızın gidince, nereye bastığınızı, ne yaptığınızı, ne yapmanız gerektiğini anlayamıyorsunuz. Fırtına, sizi savurup duruyor. Bunu, dışarıdan anlamak mümkün değil. O da hep derdi: “Ben kendimi yazmaya vermek istiyorum. Şu sendikacılıktan kurtulsam, aklımda birkaç kitap konusu var, onları tamamlamak istiyorum.” diye.
DEMİRCİ: Oldukça üretken bir kişiliğe sahipsiniz. Bugüne kadar pek çok kitap yazdınız. Son olarak sanatçı duyarlılığı ile kaleme aldığınız şiirsel anlatıların ön plana çıktığı Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan, 1940'lı yılların Maraş'ını anlatan “Kısık Vadisi” romanınız gerçekçi akımın en gözde romanlarından biri olarak değerlendirildi. Türkiye'yi ağlatan roman olarak adlandırıldı. Kısa sürede on binlerce satış rakamına ulaştı. Film teklifleri gelmeye başladı. Kitapla ilgili bir cümle oldukça çarpıcı idi; “Babadan kalan miras acı olunca yazmak evladın boyun borcudur.” Acılarla yüzleşmeyi sağlayan yarım asırlık randevunun yazılış öyküsünü anlatabilir misiniz? Yazmak için neden bunca yıl beklediniz? AYDOĞAN: Kısık Vadisi, bir Anadolu romanıdır. Aynı zamanda bir yüzleşmedir. Devletle milletin değerleri arasındaki çelişkilerin, nasıl bir acıya, nasıl kavrulmuş bir yüreğe dönüştüğünün destanıdır Kısık Vadisi. Kısık Vadisinin ağlatan bir roman olduğu doğrudur. Bu romanı okuyan herkes, niye hıçkırarak ağlıyor? Bir yerinde değil, bir çok yerinde ağlama krizine giriyor insanlar. Bir arkadaşım şöyle dedi: “Kısık Vadisini üç-dört saatte okudum. Ama daha uzunca bir süre de, ağlayarak geçti.” İnsanları ağlatan nedir? Yetmiş yıl geçmiş üzerinden. Toplumun hafızası böyle bir şey işte. Toplumun hafızasının zayıf olduğunu söylerler; bu kanaatte değilim. Kerbelâ, dün olmuş gibi duruyor toplumun hafızasında. Yakın tarihimizin acıları da öyle. Toplumun vicdanını bir kez kanatmışsanız, o kanamayı bir daha durduramazsınız. Kahyaoğlu Ahmet, romanın kahramanı ve özbe öz dedemdir. Yirmi yıldır cuma namazı kılınmayan bir köyde yaşıyor ve bunun mücadelesini veriyor. Kendi çocuklarını; kendi yakınlarından, yönetimin adamlarından, jandarmadan, tahsildardan kaçırarak okutuyor. Gizli gizli hocalar getirtiyor; kendi çocuklarına Kur'an öğretiyor; dini bilgiler verdiriyor. Bir insanın kendi evinde, korku içinde, kaygıyla yaşamasının getireceği acılar; günlük, geçici acılar olamıyor işte. Ve orada herkes kendini, kendi dedesinin yaşadıklarını buluyor. 1940'lı yıllarda, kişi başına düşen milli gelir, yüz dolar civarında. Romanın geçtiği yerlerde daha da az. Kuru ekmek peşinde herkes. Kıtlık ve yasak yan yana. Neden bunca yıl sonra yazdım? Aslında ben bunları, 1982'de Edebiyat Dergisi yayınlarından çıkan Köy Yazıları adlı deneme kitabımda yazdım. O günün koşulları gereği olsa gerek, simgelerin ardına sığınarak ve çokça şiirselliği kullanarak yazdım. Ama o beni doyurmadı. Böylesine bir acı, kısa bir denemeye sığmamalıydı. İçimde büngüldeyen pınar, ırmağa dönüştü; roman oldu. Babalarımızın bize aktardığı ve dedelerimizin yaşadığı acıları unutturmaya hakkımız yoktur. Hem sonra, toplum olarak yüzleşilmemiş acılarımız olduğu yerde durduğu sürece, geleceğe yönelik, sağlıklı adımlar atmamız, mümkün değildir.
DEMİRCİ: Bir söyleşinizde; “Ankara hep sonbahardır.” diyorsunuz. Ankara neden hep sonbahardır? Ankara'yı daha önce İl Millî Eğitim Müdürlüğü yaptığınız İzmir ile karşılaştırırsanız, İzmir'i bir şair ve tabii İl Millî Eğitim Müdürü olarak nasıl tanımlarsınız? AYDOĞAN: Bir şehri, başka bir şehirle kıyaslamak doğru olmaz. İzmir albenili, doğanın bütün hünerlerini, on iki ay boyunca, doya doya yaşayacağınız bir şehir. Ama öyle bir görevle ve öyle bir sosyal iklimde gittim ki, bu güzelliklerin çoğunu, bir şair duyarlığı ile görme, içselleştirme imkânım olmadı. Ankara'yı bugünün koşullarıyla ve bugünün perspektifiyle anlayamazsınız. Terbiye etmek, yola getirmek, kendine benzetmek gibi bir misyonu vardır Ankara'nın. Tepeden bakar. “İnsandan” daha çok ve daha önce, kuralları vardır. Herkes kravatlı ve ciddidir. Dostluklar, ekipler, bütün ilişkiler; hepsi bir “hesap” üzerine kurulmuş gibidir. Ankara zor ve sonbahardır hep.
DEMİRCİ: Millî Eğitim Müdürlüğünüz romancılığınızı nasıl etkiliyor? Roman karakterinizi oluştururken çevrenizdeki karakterlerden etkileniyor musunuz? AYDOĞAN: Roman zaten hayatın kendisidir. Bu görev, yazma heyecanımı besliyor. Karşılaştığım olayların ve kişilerin halet-i ruhiyesiyle yakından ilgileniyorum ve inanılmaz konular çıkıyor önüme. Şimdilerde yazdığım romanda, bu karakter ve olayları bol bol göreceğiz. Yine birçok insan kendisini bulacak bu romanda. Eylüle yetiştirmeye çalışıyorum.
DEMİRCİ: Kızınız İlke Hicran doğduğunda günlüğünüze; “Birisiyle zorlukları paylaşmamışsan, dost olmuş sayılmazsın. Birisi senin için rahatını bozmamışsa veya sen birisi için rahatını bozmamışsan, dost sayılmazsınız.” diyorsunuz. Bürokrasi gibi kaygan bir zeminde bozulmadan ayakta kalabilmede dostlukların, yaşanmışlıkların, dava adamlığının, idealizmin ve adanmışlığın rolü nedir? AYDOĞAN: Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Kendi özel dünyamla ilgili şunları söyleyebilirim. Bu kadar yıllık ömrüm boyunca, elbette bir yığın yaşanmış olaylar, konular, mücadeleler olmuştur. Ama geriye dönüp baktığımda, kişisel mücadele ve anlaşmazlıklarımdan dolayı, kin tuttuğum, dargın, kırgın olduğum bir tek kişi yoktur. Bir davanız ve idealiniz varsa, kuşkusuz çatışma da olacaktır. Ama hayat bize, bu çatışmayı insani düzlemde sürdürmeyi; yakıp yıkarak değil; severek ve çağırarak, gönüle giden yolu bularak yapmayı öğretti. Belki on yıl, yirmi yıl önce de böyle düşünmüyordum.
DEMİRCİ: 22 Nisan 2013 tarihli köşe yazınızda “Büyük insan davası olan insandır. Dava insanı yetiştirmeliyiz.” diyorsunuz. Dava insanı yetiştirmekten tam olarak neyi kastediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Neden dava insanı yetiştirmeliyiz? AYDOĞAN: Dava, insanlık davasıdır. Bizatihi, insanın kendisi bir davadır. İnsan onurunu korumayı kendinize temel bir alan olarak seçmişseniz, yüce bir davanız var demektir. İnsan onurunu temel alan bir inanca, ahlaka, bir düşünceye sahipseniz; toplumun kanayan bütün yaralarını, hatta yeryüzünde kanayan yaraları kendinize dert edinirsiniz. Bu “dert” bir davadır işte. Genelde, kanunlar da, toplumsal yargılar da, insanın fiziki yönden mağduriyetini gidermeye yönelik düzenlemeler yapma çabası içindedir. Hâlbuki insanın onurunu zedeleyen şeyler farklıdır. Kendini ifade edememesi, inançlarını ortaya koyamaması, kimliğini, kültürünü açık edememesi; inanç ve kimliğinden dolayı bir kaygı içinde yaşaması en temel insanlık sorunudur. İnsan onurunun zedelenmesidir. Bu dünyada insan onurundan daha değerli hiçbir şey yoktur. İnsan onuru için mücadele etmek, insan onurunu yüceltmeyi temel bir görev saymak, her aydının, söyleyecek sözü olan herkesin görevidir. En derin ve anlamlı görevidir. Dava konusunda söylenecek çok şey var. Büyük insan, bırakın kendi onurunu, başkasının onuru için her türlü riski göze alabilen insandır. Çocuklarımızı da bu bilinçle yetiştirmek zorundayız.
DEMİRCİ: “Kurtuluş Lisesi on beş yıllık kırmızı karanfilim hep yakamda taşırım kalabalıklar beni tanısın diye” Mısralarıyla sesleniyorsunuz, “Kurtuluş Lisesi” şiirinizde… Kurtuluş Lisesi'nin sizde bıraktığı izlerden bahsedebilir misiniz? Hayatınızda nasıl bir yer bıraktı Kurtuluş Lisesi? Köşe yazılarınızda genellikle ziyaret ettiğiniz okullarınızdan bahsediyorsunuz. Bu pek de alışılmadık bir durum. Bu konuda neler söylemek istersiniz? AYDOĞAN: Ankara Kurtuluş Lisesinde uzun süre çalıştım. Bu okula müdür olduğumda, otuzlu yaşlardaydım. On altı yıl bu görevde kaldım. İki kızım, yeğenim oradan mezun oldu. Ömrümün en verimli, en üretken zamanları burada geçti. Taşradan gelmiştim. Pür ideolojik bir yapımız vardı. Davamız, sert bir temele dayanıyordu. Çok ezilmiştik ve hesap sormalıydık. Böyle özetlenebilir. Kurtuluş Lisesine geldiğimde dünya ve toplumsal algımızda farklılaşmalar oluştu. Değişime açık hale geldik. Hürriyet Gazetesindeki köşe yazılarımda, okul adlarını, bilerek yazıyorum. Olumlu, başkalarını da tetikleyecek örnekleri anlatıyorum. Tabi ki kendi duygu ve düşüncelerimi de katıyorum. Üzerine yazılar yazılması gereken birçok okulumuzun olduğunu biliyorum. Ama bizzat görmem elbette mümkün olmuyor. Somut verilere dayanmayan, “hatır” yazıları da yazmıyorum.
DEMİRCİ: Yazılarınızda daha çok hasret, özlem, ayrılık, acı temaları yer buluyor. Bunun özel bir nedeni var mı? AYDOĞAN: Bizim kuşak, kırsaldan, yoksul ailelerden gelmiş kuşak; acılıdır. Bu da, yazılarımıza, şiirlerimize, romanlarımıza da siniyor doğal olarak.
DEMİRCİ: Ankara Millî Eğitim Müdürlüğünde önemli projelere imza attınız. Sizin için en önemli proje hangisidir? Ankara'nın eğitimdeki başarısına ilişkin neler söylemek istersiniz? AYDOĞAN: Her insanın, belli alanlarda yeteneği, başaracağı işler vardır. Ve insanı başarıya götüren iki kelimedir: Motivasyon ve değerli hissettirmek. Beş yıldır, her kademedeki yöneticiye söylediğimiz bir şey var: Üstlere karşı saygılı olmak bir görev, bir zorunluluktur. Ama insanın astlarına karşı saygılı olması, sevgi dolu olması bir erdemdir. Nezaket, yönetimin sigortasıdır. Bizim yönetim anlayışımızda bir hastalık, bir arıza var. Ast-üst ilişkisi, üstlerin her şeyi bildiği, üstlerin karar vermesi, astlarınsa uygulaması anlayışına dayalıdır. Uygulayıcıları asla gözardı etmemeliyiz ve önemsemeliyiz. Düşünün ki, Ankara'daki okulların bütün Müdür ve Müdür Yardımcıları ile defalarca bir araya geldik, herkesin düşüncesini özgürce ifade ettiği toplantılar, etkinlikler yaptık. Sürekli okullardayız. Başarıyı bu yöntemde aradık ve Ankara, üniversite sınavlarında başarısını sürekli yükselterek, son üç yılda, 5.,2. ve 1. sırada yer aldı. Astlara saygıyı, bir kültüre dönüştürmeye çalışıyoruz. Elbette sorumluluk üstlenenler, irade ortaya koyanlar, sonucuna katlanacak olanlar, her zaman üstler olacaktır. Ama astları da göz ardı etmemek, astları da önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Böyle olunca da herkes fedakârlık yapıyor, herkes elini taşın altına koyuyor. Ankara'da yapılan en önemli işlerden birisi de Ankara Şiir Olimpiyatları'dır. Bu yıl 5. sini düzenledik. Düşünün her sınıfa, her okula, eğitimin kılcal damarlarına şiir giriyor. Yani duygu giriyor. Duyguyu hesaba katmayan, duyguya dayanmayan bir yönetim anlayışından “gönülden yükselen” sonuçlar beklemek de haksızlık olur.
DEMİRCİ: Ankara Millî Eğitim'in fotoğrafını çektiğinizde; “Ankara'da daha yapılması gerekenler var.” listesine neleri yazarsınız? AYDOĞAN: Ankara'da ve her yerde yapılması gereken çok iş var. Her şeyin temelinde eğitim; onun da temelinde insan eli var. İnsana yönelmek, insanı kalbinden yakalamak, insanı savunmak, kötülerin bile insan olduğunu unutmamak gerek. Nuri Pakdil'in dediği gibi “İnsan, seni savunuyorum, sana karşı!” Gönlü kırık, yüreği buruk bir tek insan varsa, yapılacak çok iş var demektir.
DEMİRCİ: Ankara gibi başkent olan bir şehirde bakan, milletvekili yakınlarından, bürokrat yakınlarına birçok personelin görev yaptığı bir kurumun 2008 yılından bugüne kadar müdürlüğünü yapıyorsunuz. Bu zorlukları aşma noktasında, bu söyleşiyi okuyan müdürlerimize hangi tavsiyelerde bulunmak istersiniz? Bürokrat, siyasetçi ilişkisi hangi düzlemde yürütülmeli? AYDOĞAN: Elbette Ankara'nın zorlukları var. Samimiyet ve açıklık bence işin püf noktası. İnsanlar doğal olarak, bürokrasiden, politikacılardan yardım isteyebiliyorlar. Ama siz herkesi önemseyerek, açık yüreklilikle mevzuatı ve sosyal boyutunu anlatırsanız ve bu konuda temel bir duruşunuz varsa, hiçbir sorun yaşamıyorsunuz. Ama birilerine bir takım gerekçeler ileri sürüyor, başka birilerinin dediğini de yapıyorsanız, ilkesizsiniz demektir ve ilkesiz insanların böylesi konumlarda varlığını sürdürmesi mümkün değildir.
DEMİRCİ: Sayın AYDOĞAN, değerli vaktinizi ayırıp bizimle bu söyleşiyi gerçekleştirdiğiniz için kamuajans.com takipçileri adına size teşekkür eder, başarılı çalışmalarınızın devamını dilerim. AYDOĞAN: Ben teşekkür eder, hayırlı çalışmalarınızda başarılar dilerim. |