Kâhyaoğlu Ahmet, zafer kazanmış kumandan gibi ağlıyordu,
Ve ardında görünmez ordular,
Ve her şeyini kaybetmiş, bahtsızlar gibi ağlıyordu.
Şalvarıyla, çarığıyla, Ceyhan Irmağı gibi çağıldayan gözyaşlarıyla,
Berit Dağı gibi yüreğiyle, sevinciyle,
Emeğiyle, alın teriyle, inancıyla,
Maraş’ın büyük meydanında iki Kâhyaoğlu.
“Kâhyaoğlu gibi yürüyelim İbrahim Hocam.” diyordu Kâhyaoğlu Ahmet.
İki adam,
İki yaman,
İki gariban ve iki yiğit,
İki ateş topu şehrin alnında parıldayan,
Çarıklarından utanmayan,
Doyuncaya kadar oturamamış sofraya hiçbir zaman,
Ellerinde nasırdan başka dünyalık olmayan,
Nasırlar ki, ekmeğini kendisinden çok başkası için kazanan,
Burcu burcu kokan ekmeğe ve toprağa ömrünü adayan.
İki adam ortasında şehrin,
“Kâhyaoğlu gibi yürüyelim.” diyordu babası oğluna,
Başı dik ve yıldırım gibi ansızın,
Ürkek ve erkek bir yürüyüşü vardı babasıyla oğlunun.
Ulu Cami’den, ulu hocaların sesleri geliyordu,
Maşallah derler biri vardı, Kâhyaoğulları’na el sallıyordu,
Boynunda yağlı urgan, gülümsüyordu
Ve Kâhyaoğulları onu görüyorlardı,
Özlüyorlardı,
İşte gidiyoruz Maşallah Hocam,
Yine geliriz diyorlardı,
Hızlanıyorlardı.
Babasıyla oğlu yan yana durunca kaleye karşı,
Çarıklarından ve utangaç
Ve yalnız
Ve zayıf ve çelimsiz,
Ve kimsesiz
Ve çaresiz adımlarından
Bir ses duyuluyordu, bir ses, bir ses, bir ses,
Gelecek çağları kucaklayan bir ses,
Seni, beni ve herkesi çağıran bir ses,
Bugünü, yarını ve yarının da ardını yaran bir ses.
Bir ses babayla ve oğluyla birlikte yürüyordu,
Kâhyaoğlu gibi yürüyelim diyen bir ses,
Kalbinde kaynayıp duruyordu şehrin, bir ses.