31 OCAK 2010 PAZAR GÜNÜ, sabah erkenden kalktım.
Yazma açısından en verimli günlerim pazarlar.
Oldukça erken kalkıyorum.
Hafta içi o kadar yoğun yaşıyorum ki, “hele bir pazar olsun, akşama kadar uyuyacağım” diyorum. Uyumayı özlüyorum. Pijamamı giyip, kanepede uzanarak televizyon izlemeyi özlüyorum. Zihnim tertemiz, pırıl pırıl, kaygısız, tasasız yaşamayı özlüyorum. Bu şekilde, bir tek gün yaşamayı özlüyorum.
Ama alışkanlıktan, pazar günleri de erken kalkıyorum.
Tatil olduğu için de, evdeki herkes uyuyor.
Çalışma masası beni bekliyor.
Hafta içi yoğun bir selin önündeyim.
Birisinin söylediği bir konuyu, o anda ilgiliye aktarmazsam, bir daha o konuya dönme şansım olmuyor.
“Bunu sonra yaparım” dediğim hiçbir şeyi yapamıyorum.
Her an, güncel gündemim değişiyor.
Aynı anda, birçok şeyi birden yapıyorum.
Telefon, telefon, telefon.
Dairede yeterince yetki devri yaptım, ama yine de, tüm yetkililer benimle görüşmek, işini benim üzerimden takip etmek istiyor.
İnsanlarda yılların alışkanlığı var.
Bu görüşmelerin çok önemli bir kısmı boşuna yapılmış oluyor.
Birçok konu, kurala bağlanmış durumda.
Ama yine de “bir şansımı deneyeyim” diyenler yüzünden, yapmam gereken bir çok şeyi ertelemek zorunda kalıyorum.
Arayanların önemli bir kısmı da, “Müdürüm falanca kişiyi gönderiyorum, lütfen bir dinleyiver” diyorlar.
İnanılmaz bir zaman öldürücüsüyüz.
Zaman, toplum olarak bize çok kırgın.
Gün içinde kullandığımız “zaman’ın verimlilik ve üretkenliğini artırma oranımız, bizim de kalkınmışlık, çağdaşlık ölçütümüz olacaktır.
Karşımızdaki insanın zamanını ne kadar az öldürüyorsak, o kişiye o kadar çok saygılıyız demektir.
Ya da o kişiye o kadar çok yardımcı oluyoruz demektir.
EVET, bir sel akıyor ve ben karşısında tutunmaya çalışıyorum.
Bazen eşim Semiray arıyor, “şimdi müsait değilim, iki dakika sonra arayayım” diyorum;
unutuyorum, akşama kadar aramıyorum.
Akşam da mahcup oluyorum.
Birkaç kez “bir günümün öyküsünü” yazmak istedim, başaramadım.
ASLINDA, herkesin bir günü, bir kitaptır.
Yazabilirsen, her gün bir “kitap” yaşıyorsun.
Hele belli bir devinim içindeysen, hareketli, renkli, başkalarının hayatını etkileyebilecek ya da başkalarının tutumlarından etkilenecek bir konumdaysan; evet, her günün bir kitaptır.
Her gün, ya içini kanatacak ya da mutluluk saçacak sayısız olaylarla doludur.
Bir telefonda “çok yetkili bir ses”, seni üzerken, öteki telefon beklemektedir ve “üzen” telefon kapanır kapanmaz, gönlünü ferahlandıran bir ses, seninle olacaktır.
Telefonlar açılıp kapanmakta ve yüreğin her türlü tepkiye hazır, o telefondan bu telefona konmaktadır.
Bir işin olmayacağını bile bile “sadece bir görüşmeni rica ediyorum” diyen yetkili bir ses, bilmiyor ki, aslında, kendisi için, evlatları için yapılacak “iyi şeyleri “ sabote etmektedir.
Bir kişiyi memnun ettiğini sanırken, binlerce kişinin, biraz daha iyileşecek işine engel olmaktadır.
“Yetkili” olmak ayrıcalık kazanmak sanılmaktadır.
Herkesin önemli bir sorunu var.
“Eşitlik olsun, adalet olsun ama bana ayrıcalık olsun” diye düşünülüyor.
Herkesin sorunu, “ben ayrıyım, ben ayrıcalıklıyım” düşüncesidir.
Ben telefon edince, hemen görüşeyim,
Ben herkesin girdiği kapıdan girmeyeyim,
Ben herkesin beklediği yerde beklemeyeyim,
Ben özel görüşeyim,
Ben kapıda karşılanayım,
Ben dışarıya kadar uğurlanayım,
Ben söyleyince kurallar zorlansın,
Ben itibarlıyım,
Ben güçlüyüm,
Ben yetkiliyim,
Ben, ben, ben!
İŞTE üzerine gelen bu “ben”ler karşısında, hem kuralları çalıştıracaksın, hem herkese “evet sen özelsin” duygusunu vereceksin, hem itibar ve ayrıcalık duygularını kabartmayacaksın, hem de kendi kişilik ve onurunu koruyarak ayakta kalacaksın.
Cep telefonları, sabit telefonlar, direk telefonlar durmadan çalacak ve sen sesinin tonunu bile değiştirmeden, yani, bezginlik duygusu katmadan, sadece bir tek kişiyle, o da, o anda konuştuğun kişiyle sınırlı bir hayat yaşadığın izlenimini vererek günü tamamlayacaksın.
Bu günün içinde sen olmayacaksın.
Bu gün, sadece seni arayanlara, sana gelenlere ve senden bir şeyler talep edenlere aittir.
Bugün Pazar ve ben evdeyim ve bugün herhangi bir program da yok.
Bana ait olan günü uzatmak için erken kalktım.
Mesnevi’den okudum, Alfred Adler’in “İnsan Tabiatını tanıma” adlı kitabından okudum.
Her ikisi de insan tabiatını tahlil ediyor.
Her ikisi de yaşadıklarımı teyit ediyor.
Demek ki diyorum, yüzlerce yıl geçmiş olsa da, insan değişmiyor.
SEKİZ YILA YAKIN zamandır, iki büyük kentte, bu görevi yapıyorum.
Sekiz yıldır, bir günümün öyküsünü yazamadım.
Çünkü hayat, sadece görünen yüzünden ibaret değildir.
Her olayın, her durumun bir arka planı vardır.
Yaşananlarsa, sadece bizim gördüklerimizdir.
Ve en önemlisi, her durumun ve her olayın içimizde yankıları, yansımaları vardır.
Bir günün hikâyesini yazacaksam işte bu arka planları ve olayların içimizdeki tortularını da yazmalıyım.
Hatta olay ve durumların sadece bendeki karşılıklarını değil, karşımızdaki insanların içinde bıraktığını düşündüğüm yansımaları da yazmalıyım.
İŞTE o zaman, bir gün bir kitap olur,
İşte o zaman, kendimizi okuruz.
Çünkü “kendini tanıyınca, her şeyi tanırsın.”
31 OCAK 2010, PAZAR günü evde yalnızım.
Mesleğimle ilgiliyim.
Okuyorum, yazıyorum ve düşünüyorum.
İnanıyorum ki, yönetici “bilmelidir.”
Mesleği ile ilgili konuları, genel hatlarıyla bilmelidir.
Hatta yönettiği alan içindeki bazı konularda, belki, en az üç konuda uzmanlaşmalıdır.
Bu onun rahat hareket etmesini, astlarını isabetli yönlendirmesini, derinlemesine araştırmak durumunda kaldığı konuları fark etmesini sağlayacaktır.
Her kararında yalnızdır yönetici; bilgisi en sadık dostu olacaktır.
Yönetici danışır, konuşur, düşünür ama sadece bilgisine güvenebilir.
Bilmek de yetmez, irade sahibi olacaktır.
İradesi, manyetik alanındaki herkesi derin bir şekilde etkiliyorsa, yönetici, lider olmuştur.
Çünkü iradenin götürdüğü yer, liderliktir.
Bilgili insan yönetir, irade sahibi olan etkiler.
ÇÜNKÜ irade, yalnızlıkla dans etmektir.
İrade, korkuyla dans etmektir.
Korkunun ellerini avuçlarının içine almak, onunla nefes nefese ortalıkta dönmek, hayatın ritmine ayak uydurarak ve korkuyu elinden bırakmayarak ve korkunun kendini yönetmesine fırsat vermeyerek ve korkunun esiri olmayarak ve korkuyu elinden kaçırmayarak insanların hayran bakışları altında, kıvrak figürler ortaya koymaktır liderlik.
Kendi içine eğilmek ve kendini yönetmektir liderlik.
Güneşin ve doğanın en kışkırtıcı zamanlarında, odana kapanmak ve okumaktır liderlik.
Gelen en kötü haberle bile sarsılmamaktır liderlik.
Yoksullar, muhtaçlar ve çaresizler için cesurca kararlar almak ve ardında durmaktır liderlik.
Sadece inançlarına yaslanmaktır, kendine yaslanmaktır liderlik.
Hissetmektir liderlik.
Kararlarından doğacak olumlu ve olumsuz sonuçları hissetmek ve gerekiyorsa sonuçlara, bilerek katlanmaktır liderlik.
Herkesle, onurunu rencide etmeyecek şekilde diyalog içinde olmak, ama asla, hiç kimseye yaslanmamaktır liderlik.
Bilgi ve irade de yetmez, güçlü bir iletişim becerisi şarttır.
Bilgi, tek başına insanın başına beladır.
Sadece kendinin değil, toplumun da başına beladır.
İrade de öyle.
İletişim becerileri gelişmemiş bir insanın bilgiyle donatılmış ve güçlü bir irade sahibi olması; çevresinde yığınla kırgınlıklar, düşmanlıklar, bozgun moraller bırakması demektir.
Bilgi ve iradeyi anlamlı, etkili hale getirecek olan iletişim becerileridir.
Bilgi, irade, iletişim de yetmez; doğuştan gelen, bazı kişilere “bahşedilen” etkileme gücün olacak.
İnsanların gönlüne sevgin ilham edilecek.
Bu, senin elinde değildir.
Diğerleriyle belli oranda etkili olabilirsin, “yönetmek” için yeterlidir onlar.
O halde üçü için elinden geleni yaparsın, sonucu için de dua edersin!
31 OCAK 2010 PAZAR GÜNÜ, erkenden kalktım ve yarın dairedeki mesai düşüncesi tüylerimi diken diken ediyor.
Beni yoran, yoğun iş temposu değildir.
Astlarımın söylenenleri geç kavraması, bir işi birkaç kez düzeltmek zorunda kalmam, bir programdan ötekine yetişme sırasında yaşadığım stres ya da bir kurumda, okulda gördüğüm olumsuzluk değildir.
Beni asıl yoran, kendisini “etkili konumda” görerek, üst perdeden söylenen ve dayatılan şeylerle, kapris, kompleks ve boş gururlarla boğuşmaktır.
İnsanların tatmin duygusu aracı olmak ne kötüdür!
Ve yarın, her gün gibi, bu duyguların onlarcasıyla muhatap olma düşüncesi, işte tüylerimi diken diken ediyor.
Nezaket, canım sana feda olsun!
Öyle insanlar vardır, sekreterler arayanın adını söylediğinde, için mutlulukla dolar; öyleleri de vardır, daha adını duyduğunda stresle dolarsın.
Öyle insanlar vardır, senin nezaket ve sıradanlığını istismar ederler; en olmayacak, en basit konuları bile sana getirir, seni yorarlar.
Öyle insanlar vardır, senin insan sevgini, makamının ardına saklanmayan çıplak yüzünü, mütevazılığını güçsüzlüğüne yorarlar; her şeyi yaptırırım sanırlar; öyle olmadığını anladıklarında da, görünmez düşmanların olur, gizli gizli aleyhinde konuşurlar.
Öyle insanlar vardır, bir görüşte anlarsın ne olduğunu; öyle insanlar da vardır, yüzlerinin ardında gizlenmiş, kat kat yüzleri vardır ve “ferasetinden” başka hiçbir güç onu sana gösteremez.
Öyle insanlar vardır, makamına gelir, sadece bir çay içer giderler, ama gittikleri yerlerde, bu “bir çay içimi görüşmeyi”, “biz onunla çok samimiyiz, her gün beraberiz, yakın dostuz” diye anlatır dururlar.
Öyle insanlar vardır, ilk soruları, “beni tanıdın mı?” olur.
Öyle insanlar vardır, tanımadığını anlayınca bozulurlar.
Öyle insanlar vardır, yirmi yıl önce bir yerde karşılaşmışsındır; “o adam benim arkadaşımdır, senin işini ben çözerim” diye yanına, olmayacak bir işi olan kişiyi de takar gelir.
Kendisini tanıyamadığını, yanındaki kişi anlamasın diye, kapıdan girer girmez boynuna sarılır, kucaklar, çoluğunu çocuğunu, eşini sorar, “nasıllar, iyiler mi” falan diye.
Aslında eşinden ayrı mısın, birlikte misin; çoluk çocuğun var mı, yok mu, bunları bile bilmiyordur.
Öyle insanlar vardır, melektir.
Öyle insanlar vardır, felakettir.
Öyle insanlar vardır, kapıdan çıkar çıkmaz aleyhinde konuşacaktır ama odada seninle konuşurken “hayatını sana bağışlayacak” sanırsın.
Öyle insanlar vardır, aldatır.
Öyle insanlar vardır, yüceltir.
Öyle insanlar, öyle insanlar, öyle insanlar vardır ki;
KATLANACAKSIN!