YİRMİ SEKİZ Mayıs İki bin beş tarihinde Eskişehir, baharla buluşmanın tadını çıkarıyordu.
Eskişehir biliyordu ki, buluşma önemlidir.
Eskişehir biliyordu ki, arkada kalmış uzun bir öyküsü olsa da buluşma, yeni bir serüvenin, yeni bir öykünün başlangıcıdır.
Bir hesaplaşmadır buluşma.
Yağmur yağıyor Eskişehir’e ve yağmur şehirle buluşuyor ve yağmur şehirle hesaplaşıyor ve yağmur şehri arıtıyor ve yağmur şehri kuşatıyor ve yağmur şehre bundan sonra yapacaklarını anlatıyor; yol gösteriyor. Ve yağmur alıp başını gidiyor ve yağmur tek başına kalıyor.
İŞTE Yirmisekiz Mayıs İkibinbeş tarihinde Eskişehir’de, Ömer Faruk’la ikimiz, burayı bir ‘hesap’ şehri yapan Atasoy Müftüoğlu’nu arıyoruz.
Sahi niye arıyoruz ki?
Belki de bu O’nun derinliğinin peşinden koşmaktır.
Belki kaybolmuşluğumuzun; dağıtmışlığımızın; içimizi kemiren kurtların bizi götürdüğü yerdir Atasoy Müftüoğlu.
Atasoy Müftüoğlu’nu aramak, kendimizi aramaktır belki?
Sahi biz kimiz Atasoy Abi, bizi tanıdınız mı?
*
YETMİŞYEDİ yılının Mayıs ayına kadar hiç görüşmediğimiz, uzun mektuplarla içimizin derinliklerinde buluştuğumuz, sırlarımızı paylaştığımız Şakir Kurtulmuş adında bir can dostum ve bir uzak şehrin insanı, beni kendine çağırmıştı.
Liseyi bitirmek üzereydim.
Maraş’tan bindim otobüse, gittim.
O zaman ki yolculuklarımızın nedeni farklıydı.
O zamanlar bir insan, bin kilometrelik yolu hiç görüşmediği ve ama her şeyini bildiği can dostlarını görmek ve sadece oturup bir kuytu çayevinde derin sohbetler etmek ve biraz köhne bir yurdumsu misafirhanede yatıp, sabah erkenden yeniden yola çıkmak için giderdi.
Bu gün, bu duyguyu izah etmek de bile zorlanıyoruz sanki.
İŞTE o gün, Şakir Kurtulmuş, bizden üç beş yaş büyük Atasoy ağabeyimizin huzuruna çıkartmıştı beni.
Heyecanlanmıştım.
Ve gerçek bir ağabeyle karşılaşmıştım.
Sevgi doluydu. Esprili, güler yüzlü ve derindi.
Atasoy Ağabey’in organize ettiği bu kültür ocağında o gün, bir çok insan vardı, çaylar yenileniyor ve sohbetler ediliyordu.
Atasoy Müftüoğlu oradaki herkese ‘nüfuz’ etmiş ve herkesi ‘önemli’ hale getirmişti.
Bir öğrencinin Maraş’tan kalkıp Eskişehir’e gelmesi ve bu çok uzak şehirde kendini baba ocağında gibi hissetmesi ne garip bir şeydi.
Bir gün kaldım.
Yenildi, içildi, konuşuldu. Uzak bir şehrin insanları yüreğimde derin dostluklarla kaldılar.
Ve yüreğimizde, hesap gününün hesabı yapıldı.
Hayatın, varlığımızın, gençliğimizin hesabı.
*
EVET, Yirmisekiz Mayıs İkibinbeş tarihinde, Ömer Faruk’la ikimiz, Atasoy Abi’yi bulduk.
Eskişehir’deydi.
Penceresi gazete ile kapatılmıştı; telefonları çalışmayan, elektrikleri yanmayan, tek kanepeli, iki sandalyeli bu bir oda, O’na aitti.
En önemlisi ve şükür ki; bizi ‘tanıdı’ Atasoy Abi.
Toprak gibi cömertti yine,
Ulu bir derviş gibi, çınar gibi, yâr gibi,
“Hani gözyaşlarınız, nerede?” diye sorar gibi,
Kucakladı bizi Atasoy Abi,
En derin duygularla kucakladı.
Ekinler niye başak vermiyorlar diye sormadı;
Ekinler, eğilirlerdi rüzgârda,
Gelinlik kızlar gibiydiler,
Yüzleri kızarırdı güneşi görünce,
Aklımda mahcup hatıralar,
Ardımızda yitip giden bir hayat vardı,
Elimizde ne varsa alan,
Azgın köpüklerinin ortasında bizi boğan,
Durmadan boğan,
Yüreğimize sıkılmış kurşunlar vardı,
Sahi ne zaman ağlardı ki insan?
Sahi ekinler neden başak vermiyordu?
Gök bulutluydu ve maviydi ve uzaktı,
Yağmur ıslaktı, kuraktı ve yoktu,
Açtı kucağını Atasoy Abi,
Ve tanıdı bizi,
Dün bir yılan öldürdüm dedi Ömer Faruk,
Uçurumlardan yuvarlanan kayalara baktı,
Derinlerden sesler geliyordu,
Yamaçlarda yankılanıyordu, yok oluyordu sonra da,
Aklındaki yıldızlarla dans ederdi Ömer Faruk,
Açmazdı kimseye derdini,
Koyunlarını arardı durmadan,
Kuşlarla konuşur, danışırdı sırlarını,
Başına çıkar bağırırdı dağların,
‘Koyunlarımı bulamadım, oy’ diye türküler çağırırdı,
Yanıktı sesi,
Yılanlar duyardı, dinlerdi, ağlardı bile bazen.
İşte, bu Ömer Faruk’la ikimiz,
Yirmi sekiz Mayıs İki bin beş tarihinde,
Çaldık kapısını Atasoy Müftüoğlu’nun
Açtı kucağını Atasoy Abi,
Ve şükür ki,
‘Tanıdı’ bizi.