27 NİSAN 2008 PAZAR GÜNÜ, İspanya’nın Sevilla kentinde bütün insanlar sokaktaydı.
Sadece İspanyollar değil, dünyanın her yerinden gelenler, Endülüs’ün ruhuyla konuşuyorlar.
Burada ihtişam, bizim ‘yadigârımız’.
Katedral (ama onu da biz yapmışız) ve hemen yanıbaşında Sultan Sarayı.
Her yer bizim gibi,
ama bizim değil.
Bu Pazar öğleden sonra, Sevilla, boşluğa akan bir ırmağı andırıyor.
Kimse evinde değil,
Evindeki akrepten kaçan,
soğuk mu soğuk, rutubet kokularını silkeleyen,
ve ardında hiçbir iz bırakmadan,
tarihe teslim olmuş insanlarla,
bir oraya, bir buraya gidip geliyoruz.
Bu mahalle bizim değil, bunu biliyorum.
Uzunca bir süre oturup da,
babamız iflas edince taşındığımız,
sonra ziyarete geldiğimiz,
parke döşeli sokaklardayız işte.
İflasımız sürüyor.
Ve mahallede tanıdıklarımız var.
Ve gözlerimiz buluşunca,
gülümsüyorlar,
Biraz da acıyarak.
Sultan Sarayı’nın sütunları
ve sıra sıra dizilmiş odaları
ve palmiyeleri,
ve portakalları bahçenin,
ve bizim olan sanatçı titizliği
duvar süslemeleri.
Kendimi kapatıyorum,
sarayın sahibi sultan ve
yanında uzun entarileriyle
atların üstünde heybetli adamları
ve her an tetikteler.
Müşfik,
Sıcak,
Adil ve cana yakınlar.
Korkusuzlar ama hep tetikteler.
Derken ‘dur’ diyor müzenin bekçisi,
Buradan ilerisi yasak!
ve ‘yasak’ yazan bir tabela.
Küçük mü küçük,
ama etkisi son derece güçlü!
İşte bu Pazar öğleden sonra Sevilla, hem bizim, hem İspanyolların ve hem de, yaşayan bir uygarlığın tanıkları olarak, tüm insanlığın ortak bir mitingine sahne oluyor.
Akşam olunca bende kalan şeyler var.
Onları boşaltacak yer arıyorum.
28 NİSAN 2008 PAZARTESİ GÜNÜ İspanya’nın Algeciras kasabasından bindiğimiz feribot bizi Fas’ın Tanger kentine götürüyor.
Sadece otuzbeş dakika.
Ama bu otuzbeş dakika dünyayı ikiye bölmeye yetiyor.
Birincisi Cebelitarık Boğazını geçiyoruz.
İkincisi Tarık Bin Ziyat’la tanışıyoruz.
Ve gemiler yanıyor.
Deniz yanıyor. Denizin üstünde alevler ve gökyüzü işte böyle aydınlanıyor.
Zaferle yenilgi,
Kalmakla gitmek yan yana büyüyor.
Fas’ın Tanger kentinde feribottan inince turist rehberi Ahmet, ‘gardaş, gardaş İstanbul’ diyerek çevremizde dolaşıyor.
Kişi başı üç dolara anlaşıyoruz.
Bizi gezdirecek.
Daha doğrusu, Tanger kentinin sefaletini gösterecek.
Pazarını, çarşısını, halı satan, bitkisel ilaç, bitkisel parfüm satan dükkânlarını ve daracık sokaklarını gösterecek.
En sonunda bir kahveye oturuyoruz.
Çay istiyoruz.
Büyük bir cam bardakta içinde yeşil ot olan bir şeyler geliyor.
Yeşil nane çayı gibi.
Yaşlı, yüzleri kırış kırış, başında yerel örtü sarılı bir amca masamıza geliyor.
Arap mısınız? Diye soruyorum.
Hayır, berberiyim diyor,
Bizleri tanıdığını söylüyor
Osmanlı’yı ve İstanbul’u anlatıyor.