DUBAİ 27 Ocak 2006 CUMA GÜNÜ, bir grup arkadaşla, sabah otelden ayrılarak, Tanzanya’nın başkenti Daresselam’a uçmak üzere havaalanına vardık.
Günün önemli bir kısmı havada geçti.
Aşağısı hep çöl.
Tek bir ağaç, tek bir ev, tek bir yol yok.
Yüzlerce km. uçuyorsun ve çöl sanki uyumuş ta bir şeyler bekliyor.
Saatlerce izleyerek, daha doğrusu ‘bakışarak’ çöl ile anlaşmaya çalışıyorum.
Çöl, bir şeyler bekliyor.
Biliyorum ki, çölün beklediği de, benim beklediğimin aynısı.
Arka sıralarda Çetin Altan uyuyor. Ya da gözleri kapalı, ‘Şeytanın Gör Dediğini’ görmeye çalışıyor.
Oğlu Mehmet Altan’sa, çölün re yabancısı değil sanki. Normal bir hayatın çöldeki versiyonu gibi duruyor yolculuk.
Milletvekilleri, bürokratlar, işadamları…
Bir kısmı çölün, bir kısmı bulutların, bir kısmı da geride bıraktıklarının peşinde.
Hayat hep bir şeyler anlamaya çalışmakla geçiyor.
Herkesin bir derdi var ve aslında herkesin derdi aynı.
Herkes biryerlere gidiyor hayatta; aslında herkes aynı yere gidiyor.
Tanzanya’nın başkenti Daresselam’a indik.
Sanki teneke evler kenti.
Beş yıldızlı oteldeyiz güya ama, kentin genel durumu buraya da fazlasıyla yansıyor.
Üç milyon civarında insan, burada, bu yoksul kentte, birbiriyle hiçbir sorun yaşamadan barınıyor.
Birçoğu günde bir öğün, o da mısır bulamacı yiyor.
Çalışanlar şanslı ve sadece bir-iki dolar günlük ücret alıyor.
Pazar yerleri, satmaya çalışanlarla, almamak için direnenlerin tatlı mücadelesine sahne oluyor.
Fotoğraf çekilmesinden rahatsızlık duyuyorlar; “bizim bu halimizi” kayıt altına almayın lütfen diyor, utanıyorlar.
Ama ilginç, mutlular.
Herkes güler yüzlü.
Kin ve düşmanlık gibi duyguları, sinirleri alınmış; sakin, dost canlısı insanlar olup çıkmışlar.
Tanzanya bana uzak, çok uzak bir ülke gibi görünürdü hep.
Ulaşınca, yakın oluverdi.
İşte aslında işin püf noktası burası: Ulaşınca her şey yakınlaşıyor, kolaylaşıyor.
28 OCAK 2006 CUMARTESİ GÜNÜ Afrika Oteli’nin üçüncü katında uyandığında, kahvaltı saatini kaçırdığımı fark ederek, alelacele giyinip, hazırlandım, restauranta indim.
Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sami Selçuk’la karşılaştım.
‘Kahvaltı bitti galiba’ dedim.
‘Evet bitti ama, bir kaybın yok’ dedi. ‘Kahvaltı, öyle bildiğin kahvaltı değil: birkaç meyve, kraker gibi şeyler’.
Otelin lobisine indim.
Herkes orada.
Eski bir otobüsle havaalanına gittik.
Zanzibar adasına uçuyoruz.
Uçağımız otuz, otuzbeş kişilik. Eski, mekanik, teknolojiden uzak, havalanabilir mi diye kuşku duyduğumuz bir uçak.
Kimse korkmuyor.
Espirili, güleryüzlü, rahat bir şekilde, numarasız koltuklara rastgele oturuyoruz.
Ömrümün en kısa uçak yolculuğunu yaptım.
On onbeş dakika sonra Zanzibar Havaalanına indik.
Aslında burası havaalanından çok küçük bir otobüs garajına benziyor.
Zanzibar bir Afrika klasiği.
Köylerinde insanlar yaşıyor ama evlerde değil.
Akşam olunca aile fertleri buluşsun diye, kamışlardan yapılmış küçük kulübeler; işte evler.
Sabah olunca aile bireyleri karınlarını doyurmak için ormana geliyor, doğal meyvelerden yiyor.
Acıkınca yine aynı şeyi yapıyorlar.
Bir yerleşim yerinde aracımız duruyor.
Ve yaşlı bir kadın, altına çer çöp atarak ateş yakmış ve bir tencere kaynatıyor.
Çocuklar oynuyor.
Çocuklar çevremizi sarıyor, fotoğraf çektiriyoruz.
Milliyet’ten Münir Koçarslan makinası boynunda durmadan çekiyor.
Münir Koçarslan, hep gazeteci.
Hiçbir zaman, doğal, kendi hayatını yaşamıyor. Akşam olup hep birlikte oturunca da; sohbetlerde de, kişisel dostluk ‘kırıntıları’ arasında da; hiçbir zaman kendisi değil; O hep gazeteci.
Zaman’dan Nedim (Yalçın) gülümseyerek, dostça bakıyor her şeye.
Çocuklara gelince, değişen hiçbir şey yok.
Dar bir dünyadalar.
Ama açılmak istiyorlar.
Merak duygusu, onların en büyük sermayesi
Mehmet Altan, Muzaffer Doğan bir ağaç kütüğünün üzerine oturuyoruz. Çocuklar çevremizi sarıyor.
Hepsiyle önceden tanışıyormuşuz gibi.
Dil, aramızda bir iletişim aracı değil, ama çok iyi anlaşıyoruz.
Mehmet Altan’
Mesleki eğitim işin ‘candamarı’ diyor.
Zanzibar Adasında beş yıldızlı otelin farklı, kasaba evini andıran odalarında sabaha ulaşmaya çalışıyoruz.
Yatağımın kenarında gördüğüm küçük bir kertenkele yüzünden, gece boyunca giyinik kaldım.
Klima odayı serinletmeye yetmiyor.
Kertenkele bir göründü, bir daha ortaya çıkmadı.
Sanki uyumamı bekliyor da, uyanınca gelip kulağımı, burnumu ısıracak gibi bir korku içindeyim. Sabaha kadar uyumadım.
Zanzibar Adasında güneş batınca,
çocuklar ağaç evlerine çekilirler bilgisizce.
Böceklerle yaşarlar, kardeş olurlar onlara
ve tanımazlar bizi çocuklar,
uzak bir Afrika’yız biz onlara,
uzak bir beyaz adamız duygusuz.
Hep Afrika der düşünürdük,
Üzülürdük Afrika’ya kendilerinden daha çok.
Nuri Pakdil Afrika derdi sürekli
Boynu bükük Afrika.
ve biz Nuri Pakdil’i Afrika’lı sanırdık.
Kankaları, akrabaları,
annesi, babası var sanırdık orada.
Güneş doğunca, Afrika’da da sabah oldu ve biz, hepimiz, otelin lobisinde toplanmaya başladık.
“Afrika’da her sabah bir Ceylan uyanır,
Hayatta kalmak için, Arslan’dan daha hızlı koşması gerektiğini bilir.
Afrika’da her sabah bir Arslan uyanır,
Aç kalmamak için, Ceylan’dan daha hızlı koşması gerektiğini bilir.
Önemli olan Aslan ya da Ceylan olmak değildir.
Önemli olan hızlı koşmaktır.”
Afrika Atasözü
Türk işadamlarının Zanzibar Adasında açtığı okulu ziyaret ettik.
Kara üzüm gibi simsiyah ve küçücük çocuklar Türkçe konuşuyor bizimle.
İstiklal Marşını okuyorlar.
Hiçbirisi Türkiye’yi görmemiş bu çocukların kimbilir nasıl bir Türkiye rüyası var.
Bizler, bu rüyanın beyaz atlarıyız besbelli.
Bu uzak ülkeye Arslanlardan ve Ceylanlardan daha hızlı koşarak gelmiş Türk öğretmenler var; her birisi birer ‘ideal’ anıtı.
Kimbilir, hangi ‘rüya yorumcusunun’ büyük rüyası gerçek oluyor.
Akşamüstü aynı ilkel uçakla başkent Daresselam’a döndük.
30 Ocak 2006 PAZARTESİ GÜNÜ kahvaltıdan sonra, görkemli okul açılışı töreni için hazırlandık.
Otobüsle otelden ayrıldık.
Binlerce km. uzaktan gelerek buraya, bu şehrin en görkemli okul binasını kuran ve içine simsiyah zenci çocuklarını oturtarak, onlara Türkçe öğreten duygu nasıl bir ‘inanç’ kaynağının eseridir, anlamaya çalışıyorum.
Okulun bahçesinde otobüsten indiğimizde, kendi dünyalarının eşsiz kahramanlarını bekleyen kitleler gibi coşkuyla oynayan, sevinen zenci çocuklarla kucaklaşıyoruz.
‘Güleryüz’ Türk öğretmenlerinin simgesi olmuş.
Mutluluk gökyüzüne akıyor.
Akrabadan, arkadaştan, dosttan öte bir yakınlık duygusu hâkim.
Milletvekilleri İhsan Arslan, İsmail Katmerci, Osman Nuri Filiz, belki ilk kez, hiçbir zaman kendileri için oy vermeyecek kişilerle; gösterişsiz, kibirsiz, hesapsız kucaklaşıyorlar.
Gözleri yaşarıyor.
Tanzanya Cumhurbaşkanı, altı Bakanı ve bürokratlarıyla alana geliyor.
Aynı coşku!
Cumhurbaşkanı hepimizle teker teker tokalaşıyor ve tanışıyor.
Yerlerimize oturuyoruz.
Önce İstiklal Marşı, sonra da Tanzanya Millî Marşı okunuyor.
Okulun yapımına katkı veren Türk işadamları, hüngür hüngür ağlıyorlar.
Tanzanya’da Türkçe ve Türk Bayrağı dalgalanıyor!
Kırk Milyon nüfuslu bu ülkede Büyükelçiliğimizin olmadığını öğreniyorum.
Ama gönül, kültür ve insanlık elçilerimiz; okullarımız ve öğretmenlerimiz var!
Törenden ayrılırken, otobüsün penceresinden, su borusu döşemek için açılan kanalı, yüzlerce kişinin kazdığını görüyorum.
Bu işin niçin makineyle değil de, kazmayla yapıldığını sorduğumda, ‘insan emeği, makineden daha ucuz’ cevabını alıyorum.
31 Ocak 2006 SALI GÜNÜ, akşamüzeri, uçakla Dubai’ye hareket ettik. Ormanlar, dağlar, ovalar, çöller geçtik.
Güneşin nar gibi kızardığını daha yakından gördük.
Gece, Dubai maket bir şehir.
Otel Tanzanya’dakiyle kıyaslanamıyor.
1 ŞUBAT 2006 ÇARŞAMBA GÜNÜ Dubai’den İstanbul’a uçtuk.
İstanbul’dan da İzmir’e.
İzmir’de hava nemli ve soğuk.
‘Dünya küçüldü’ diyor herkes.
Dün Tanzanya’da otuzbeş derece sıcak vardı.
Bugün İzmir soğuk.
Dün ile bugün, sıcakla soğuğun, fakirlikle zenginliğin, sefaletle ihtişamın, uzaklıkla yakınlığın bu kadar iç içe girmesine nasıl dayanmalıyım?
2 ŞUBAT 2006 PERŞEMBE
Dairedeki görevime başladım.
Hayat, sessizce akıp gidiyor.
Yaşadıklarımızdan geriye ne kalıyor?
Unuttuklarımızla hatırladıklarımızın toplamından başka bir şey değildir hayat.