Romanlarda, öykülerde ‘acı acı’ derler ya, bu kez, gerçekten öyle oldu.
Akşamüzeriydi.
Zaten bir haftadır, içimde derin bir kaygı benimle birlikte dolaşıp duruyordu.
Bu vakte kadar, hayatımı bu kadar derinden etkileyecek bir telefon gelmemiştir.
Kardeşim Feramuz’un kızı Sevde’ydi arayan; onbir yaşlarında bir çocuk.
“Amca” diyordu, “amca yetiş n’olur, babama bir şeyler oldu, banyodaydı, şofbendi, zehirlendi, amca n’olur…”
“Sakin ol kızım dedim, sakin ol ve ne olduğunu bana tane tane anlat.“
Ben Ankara'dayım, olaysa Sivas’ta oluyor, arası dört yüz km.
Bu yazıyı sonradan yazıyorum.
Cesaret etmek için yedi yıl bekledim.
Birkaç yazma girişimim sonuçsuz kaldı.
Bakalım, başarabilecek miyim?
Çaresizlik budur herhalde.
Her yer kar, fırtına; otobüs seferlerinin bile iptal edildiği bir günün akşamı, apar-topar yola çıkıyoruz.
Araba kullanacak mecalim yok; direksiyonda kayınbiraderim Mesut Efil var. Eşim Semiray ve altı-yedi yaşındaki oğlum Muhammet Mustafa ile birlikteyiz.
Oğlum amcasına çok düşkün ve “baba amcama bir şey olursa, ben de yaşayamam” diyor bilgiç bir şekilde ve aslında çok az şeyin farkında olarak.
Yollar uzun, alabildiğine uzun ve karlı.
Telefon trafiği durmadan çalışıyor.
Semiray durmadan dua okuyor, Allah’a yalvarıyor bize bağışla diye.
Hastaneden olumlu bir haber için çalmadığımız kapı kalmıyor.
Henüz Kırıkkale’nin oralardayken, Feramuz’un ev telefonuna çıkan bir komşu kadın son cümleyi söylüyor: “Acele etmeyin, yavaş gelin.”
Ben de babama söylüyorum; “Babacığım, sana iyi bir haberim yok.”
Arabada birlikte yolculuk yaptıklarıma dahi bir şey söyleyemiyorum.
Yedi sekiz saat böyle geçiyor. En uzun yolculuğum.
Hamd ile derin bir üzüntü arasındayım.
Kader bu kadar keskin bir yol ayrımının adı işte, teslim olacaksın. Acılarını içine gömeceksin ve dayanacaksın.
Bu kadar yanık türküler,
Bu kadar yürek yarası ürünler nerden çıktı sanıyorsun.
Dayanacaksın ve
İçinde akan ırmağa bırakacaksın kendini,
Ve teslim olacaksın,
Ve beterini unutmayacaksın.
Ne ilk sana uğradı bu yıkım,
Ne de son durağı sen olacaksın.
Artık nerede yakınını kaybetmiş birinin ağladığını görsen, hatırlayıp kendi yaşadıklarını sen de ağlayacaksın.
Artık türkülerden, üzerine düşeni alacaksın.
Artık her hüzün sen de karşılık bulacaktır.
Hayatın tüm yamaçlarında bu kaybın ateşi yanacak yüreğinde.
Artık gece yarıları, tek başına kentin sokaklarında arabayla dolaşarak, yanık türküler dinleyeceksin.
Artık, tatil günleri atlayıp gideceksin ıssız dağ başlarına “Feramuz, seni çok özledim!” diye bağıracaksın avazın çıktığı kadar ve gözlerin kızarmış olarak dönecek, hiç bir şey olmamış gibi, yaşamaya devam edeceksin.
Artık, ikide bir Sivas’a gidecek, Feramuz’la dolaştığın yerleri dolaşacak, Çerkez’in Kahvesinde kahve içecek, tek başınalığını anlayacaksın.
Artık sen yalnız bir adamsın.
Artık kanadın kolun kırılmıştır.
Artık bağrını dövmenin, dizlerine vurmanın acemisi değilsin.
Artık, bir insanda ne kadar sevmek duygusu varsa, tamamını yüklediğin bir adam çekip gitmiştir.
Artık yaslandığın dağlar yıkılmıştır.
Artık güç zamanlarında, güç alacağın kimse yoktur.
Artık elin telefona gidecek, karşı tarafın boş kaldığını anlayacak, içindeki boşluğa yuvarlanacaksın.
Feramuz, bir kış günü ansızın seni terk etmiştir.
Bunu anlayacak, kabulleneceksin.
“Hele dur, yapacak bir sürü işimiz vardı, konuştuklarımız vardı.” demeye bile fırsat bulamayacaksın.
Artık işin zor dostum,
Artık hayatın ahengi bozulmuştur.
Artık zincir kopmuştur.
Artık hep arayacaksın.
Yorulacak, dinlenecek, yeniden arayacaksın.
Artık seni yorumlayanlar, tarif edenler hep yanılacaklardır.
Artık sen, sen değilsin.
İŞTE 24 ARALIK 2000 PAZAR GÜNÜ Doç. Dr. Feramuz AYDOĞAN’ın ölüm haberini böyle aldım.
Hikâyesi uzun.
Otuz yedi yıl önce, yine bir kış günü annem vefat etmişti.
Ben sekiz yaşlarında, Feramuz’sa bir yaşındaydı ve emiyordu daha.
Isısız dağ köyünün yoksul, garip, sığınacak kimseleri olmayan evlatları olarak dört kardeş, yapayalnız kalmıştık.
Babamız askerdeydi.
Çaresizlikten Feramuz’u sırtıma vurdular.
Bir yaşında, henüz emiyorken annesinden kopmuş, yaşama tutunan küçük bir kuş yavrusundan farksız, sırtımda ağlayıp duruyordu.
Sırtımda ağlayıp duruyordu ve ben O’nu yere bile indiremiyordum.
Sırtımda yıllarca dolaştı ve yıllarca, ağlamayı unutuncaya kadar ağladı.
O’nu sırtımda bir yük olarak değil, özel bir kardeş olarak gezdiriyordum.
Yaz geliyor, kış oluyor, damın saçaklarından buzlar sarkıyor ve ben sırtımda özel bir kardeşimle dolaşıp duruyorduk. Erikleri, dallarından birlikte kopartıyor, bahar güneşinin karşısında birlikte ısınıyor; birlikte uyuyor, birlikte uyanıyorduk.
Sonra şehre indiğimizde de, şehrin üzerimize üzerimize gelen seli karşısında yine birlikte savaştık.
Hayatımız savaşla geçti.
EVET, artık ben bir savaşçıydım.
Ya sırtımdaydı Feramuz, ya da sırt sırtaydık.
Savaş o kadar işlemişti ki kanıma, bazen savaşmam gerekmeyenlerle de savaşıyordum.
BAZEN savaş bıkıyordu benden,
BAZEN ben de şaşırıyordum böyle bir savaşı niye başlattığıma,
İçim ısırıyordu beni durmadan,
Kışkırtılıyordum.
Sırtımda bir adam büyütmüştüm,
Direnmiştim,
Direndiğini görmüştüm sırtımda taşıdıklarımın.
Yamaçlara tırmanmıştım,
Yüksek ağaçlara ve Kartal Kayasına.
Kartal Kayasının yosun tutmuş yüzünden kaymıştı ellerim,
Korkmamıştım,
Feramuz sırtımdaydı yirmi dört saat,
Çünkü dallarında ağaçların, yuvalarını görmüştüm kuşların,
Kanatlarını geriyorlardı üstüne yavrularının,
Ve işte tıpkı öyle.
Kanat germeyi öğrenmiştim,
Yosun tutmuş kayaların kalbine,
Asık yüzlü bir çocuk olarak.
Meydan okumayı öğrenmiştim,
Meydan okumayı.
*
Sonra bir de bacanak olduk.
Ben Semiray’la, O’da kardeşi Yurdagül’le evlendi.
Karşılıklı olarak çocuklarımızın amcası ve teyzesiydik.
Evlerimiz, kendi evlerimizden; çocuklarımız kendi çocuklarımızdan farksızdı.
*
Karla, buzla savaşarak, sabaha karşı Sivas’a vardık.
Şehrin ışıkları göründüğünde Semiray’a dedim ki: “Şimdi Feramuz’un evine varacağız ve orada istemediğimiz bir durumla karşılaşacağız. Biz kesinlikle dirençli olmak zorundayız. Biz kendimizi bırakırsak, herkes kendini bırakır, herkese örnek, herkese fren olmalıyız.”
Semiray Feramuz’u kesin bir şekilde kaybettiğimizi o vakit anladı.
“Kaybettik mi ? ” dedi.
“Evet” dedim.
Ve ağlamak Allah’ın bir lütfudur.
Ağlamak bazen mutluluktur, huzurdur.
Çıldırmanın sigortasıdır ağlamak. Ya, böyle bir imkân verilmesiydi insanoğluna?
En zor işlerden birisiyle karşı karşıyaydık: Evine girecek, eşi Yurdagül, çocukları Sevde ve Berra ile karşılaşacaktık.
Sevde onbir, Berra üç yaşındaydı.
Kızım, İlke Hicran da oradaydı.
*
Feramuz, ölümünden bir hafta önce, sık sık geldiği Ankara’ya yine gelmişti.
Bir başkaydı bu gelişi.
Akşam, bizin evin salonunda, herkesler yattıktan sonra, neredeyse sabaha kadar baş başa oturduk.
Hayatımızı özetledik.
Çocuklarımızın eğitimlerini, bundan sonra yapmamız gerekenleri, ailemizi, evimizi, işimizi konuştuk.
Çevremizdeki insanları, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, yanımızda olanları, destek aldıklarımızı, karşımızdakileri, bürokratik, siyasi kademelerdeki tanıdıklarımızı, herkesi tahlil ettik. Zaten O, muhteşem bir karakter tahlilcisiydi. Bir insanın iç dünyasının fotoğraflarını okuması için, o kişiyi bir kez görmesi yetiyordu.
Sonra söz, ait olduğumuz dünyaya geldi.
Söz ölüme geldi.
“Alt kültür” dedi, “ölümü feryat, figanla karşılar.”
Oysa öyle olmaması gerekir.
“Sakıp Sabancı’yı kardeşinin cenazesinde görmedin mi” dedi, “adam vakur bir şekilde, dimdik ayakta taziyeleri kabul etmiyor muydu?” dedi. “Adamın ciğeri yanmıyor mu sanıyorsun? İşte biz de öyle olmalıyız” dedi.
“Yüreğimiz yansa da, dimdik ayakta durmalıyız ve feryat-figana asla izin vermemeliyiz! Allah’a teslim olmanın, tevekkülün gereği de zaten budur!”
Sabaha karşı, salondaki kanepelerde uyuyakalmışız.
Son kez birlikte olduğumuzu sanki biliyor gibi, konuşulmadık hiçbir konu, üzerinde değerlendirme yapılmadık bir tek kişi bırakmamıştık.
Birisi bize, “bu birlikte son geceniz, son görüşmeniz, neyiniz varsa görüşün” deseydi, ancak böyle olabilirdi.
Sabah kucaklayıp uğurladık Sivas’a.
Ayrılırken dedim ki, “arefeden bir gün önce, siz Sivas’tan gelirsiniz, biz de Ankara’dan. Kayseri-Sivas yol ayrımında buluşuruz, Maraş’a birlikte gideriz.”
25 ARALIK 2000, SİVAS, PAZARTESİ.
Sivas’ta Üniversitenin kampüsünde, öğle saatlerinde binlerce insan toplanmıştı.
Morga giderek, doktorların nezaretinde, cenazeyi teşhis ettim.
Tatlı tatlı uyuyan bir adamdı sanki.
Dünyayı atmıştı bir kenara.
Kendisine yeni ve güzel bir dünya kurmuş gibi geldi bana.
Tabuta koyuldu, meydana getirildi.
Üniversite camiası ve Sivas’lı dostları oradaydılar.
Ağlayanlar, sessizce hıçkıranlar vardı, ama feryat-figan yoktu.
Hepimiz istediği gibi davranıyorduk.
Oruçtu, arefeden bir gün önceydi.
Sanki bütün Sivas karalar bağlamıştı.
Kahramanmaraş’tan gelen ağabeyimiz, büyüğümüz ve işte kolu kanadı kırılanlardan birisi Mehmet AYDOĞAN ve diğerleriyle kucaklaştılar.
Yüksek bir platforma çıktım, kısa bir konuşma yaptım.
Dedim ki, “Dostlar! İşte bir arefe günü, biz Feramuz’u alıp götürüyoruz. Kuşkusuz, hepimiz bu akıbete uğrayacağız. Umut ediyorum ki, aranızda hoş bir sedâ bırakmıştır. Hakkınızı helâl ediniz.”
Herkes ağlıyordu, sessizce hıçkırarak.
Binlerce insanın aynı anda birlikte hıçkırarak ağladığını ilk kez böyle gördüm.
Feramuz’u cenaze arabasına bindirdik.
Ben de cenaze arabasının şoför mahalline bindim.
Yüzlerce araçla yola çıktık, her yer bembeyaz kardı.
Yavaş ilerliyorduk. Sivaslılar, Kayseri yol ayrımına kadar uğurladılar bizi.
Feramuz’la buluşmayı taahhüt ettiğimiz yerdeydik ve konuştuğumuz gibi Maraş’a birlikte gidiyorduk!
Konvoy ağır ağır ilerliyordu.
Aslında biz bunu bir cenaze konvoyu zannediyorduk ama belki de bu bir düğün, kavuşma konvoydu.
Belki dünyanın zıtlıklarından, kirlerinden, yalancı yanından kurtulma konvoyuydu.
Konvoy nereye ilerliyordu?
Bizim için hasret konvoyu; Feramuz içinse hasretin sona ermesi konvoyuydu belki.
Feramuz kârlıydı.
Ağlayan bizdik, sevinen O’ydu.
Telefonum kesilmiyordu. Dünyanın her yerinde dostlarımızın olduğunu anladım.
VE BİRŞEYİ daha anladım: Hiçbir cenazeyi ihmal etmeyeceksin. Bu kadar acının, ağırlığın altında bile, kim aradı, kim başsağlığı diledi, cenazeye kimler katıldı, tek tek hatırlıyorsun. Tanıdıklarından aramayanlar olduysa, onlardan da bekliyorsun.
Cenazen varsa, nazlı bir insan oluveriyorsun.
Herkeslerden bir söz bekliyorsun.
Feramuz’un vefatına kadar bunu farketmemiştim.
Bundan sonra, uzaktan tanıdıklarıma karşı bile daha duyarlı olmaya çalışıyorum.
Konvoy ilerliyordu, Maraş’a yaklaşıyorduk.
Bir güçlüğüm daha vardı: Cenazeyi babama teslim etmek.
Bu göklerin omzuma taşıdığı en ağır yüklerden biriydi.
Babamla nasıl karşılaşacaktım ve ne diyecektim? Hangi söz, içinde bulunduğumuz durumu anlatabilirdi? Hangi söz, tarif edebilirdi bizi?
İşte ıslanmış yüreğimizle ve kançanağı gözlerimizle geliyoruz baba.
Çocukluğumuzda hep bir türkü mırıldanırdın,
evimizin ardındaki iğde kokularına karışırdı,
işte ayrılık türkünle geliyoruz.
Ayrılık türkünle geliyoruz baba,
beyaz karlarla ve dağlarla geliyoruz,
‘Sivas ellerinde sazımız çalınırdı’
şimdi susmuş sazımızla,
kıldan incelmiş boynumuzla,
teslim olmuş aklımızın son kırıntılarıyla geliyoruz.
Bize güç vereceksin biliyorum,
kanatlarının altında yer bulmaya,
tükenmiş ruhumuzu ve yitmiş aklımızı,
mübarek sakalının gölgesinde,
yeniden onarmaya geliyoruz baba.
*
Gece yarısına doğru, babamın Maraş’ın kenar semtinde bulunan evine vardık.
Evin önünde yüzlerce insan ve babam kapıda bekliyordu.
Cenaze arabası durduğunda, bir izdiham yaşandı.
İndim, babama sarıldım.
“İşte babacığım” dedim. “Feramuz’u getirdik sana.”
Derin bir iman ve tevekkül içindeydi.
Hiç sarsılmamıştı.
Babam ki, Feramuz’un doçentliği aldığını öğrendiğinde, sevincinden hüngür hüngür ağlamıştı.
Dedi ki, ”Oğlum, Allah bize bu acıyı unutturacak başka acılar vermesin.”
“İşte” dedi, “burada bulunan herkes benim evladımdır.”
“Allah’ın takdiri böyleymiş, ne yapalım?”
“Şükür ki; bize herhangi bir düşman yükü yüklemeden gitti:
“Bir trafik kazasında eşiyle, çocuklarıyla da gidebilirdi?”
“Oğlum, Feramuz’umuz, canımız gitti. Ama şükredecek o kadar çok şey var ki.”
“Haydi, şimdi herkes dağılsın, yarın cenazemizi hep birlikte kaldıracağız.”
Babamla tekrar tekrar kucaklaştık.
26 ARALIK 200 SALI, KAHRAMANMARAŞ.
AREFE’DİR. İki üç günün yorgunluğu, bitkinliği ile, nasıl oldu bilmiyorum, kendimi, sabah ezanları okunurken, halamın oğlu Mehmet YILMAZ’ın evinde buldum.
Uyumakla uyanıklık arasındaydım.
Minarelerden salâler yükseliyordu. Ve tüm Camilerden anonslar geliyordu:
“Mustafa oğlu, Medine’den olma, Mehmet, Kâmil ve Hatice’nin kardeşleri, Doç. Dr. Feramuz AYDOĞAN vefat etmiştir.
Cenazesi öğle namazını müteakiben Serintepe Camiinden kaldırılacaktır.
Allah rahmet eylesin.”
Sabahın seher vaktinde, tüm Maraş Feramuz’un öldüğünü duyuyordu.
Ağır bir yorgunluğun yanında, ağır bir hava üstümüze çullanmıştı.
Arefeydi ve yarın bayramdı.
Babamın evine gittik, toplandık başına.
Evin önündeki geniş alana sandalyeler, masalar getirildi. Bir kısmı oturuyordu gelenlerin, bir kısmı da ayaktaydı.
Almanya’dan Alaeddin Aydoğan, Ankara’dan Ömer Faruk, İbrahim Çelik, Mustafa Aydoğan ve diğerleri gelmişti.
Babam, ağabeyim ve can dostlarım yanımdaydılar.
Ayakta durmak için nedenlerim vardı.
Öğle namazında Serintepe Camii, tarihinin en kalabalık günündeydi ve en uzaklardan gelen insanlarla doluydu.
Necmettin GEVRİ kolumdaydı.
Namazda yan yanaydık.
Namazdan sonra uzun bir konvoy Şeyhadil Mezarlığına doğru yola çıktık.
Yine gelin konvoyu gibiydi, ya da hepimiz, büyük bir adamın peşinden gidiyorduk.
Evet, evet büyük bir adam peşine takmış götürüyordu insanları.
Eşi, çocukları, babam, ağabeyim, kardeşlerimiz, yeğenleri nerelerdeydiler, nasıl geliyorlardı, hangi duyguların altında çırpınıyorlardı, bilmiyorum; hiçbirini takip edemedim; sanki hepimiz kendi başımızın çaresine düşmüştük.
Sanki düğündü,
Sanki mahşerdi,
Sanki mitingdi,
Sanki kıyametti.
Mezarlığa vardık.
Tekbirler getiriliyordu, hıçkırıklar ve yüreğine gömülen ağıtlar ve okunan Kur’an sûreleri altında ellerimizle toprağa koyduk Feramuz’u.
Ayrılık acısı o kadar ağır çökmüştü ki yüreğimize, dayanılacak gibi değildi.
Nerden çıkmıştı, nasıl olmuştu, Gaziantep’ten Seyda gelmiş ve başucumuzda duruyordu.
Uzundu boyu, heybetliydi ve yürekliydi,
Dedi ki, “ben bu adamın Sivas’taki evinde misafiri oldum ve yakından tanıdım. Bu adam iyi bir adamdı. Bu adam hırsızlara, arsızlara, ahlaksızlara karşı mücadele etmişti. Bu adam, iyi bir adamdı. Bu adam insanların arasında iyiliğin yaygınlaşmasına çalışmıştı.
Hakkınızı helal ediniz.”
Topluluk gür bir sesle: “Helal olsun” diye karşılık verdi.
Kalabalık, bu giysisi, konuşması, üslubu çok farklı, tanımadıkları büyük insanın her cümlesinden sonra şöyle bir dalgalanıyordu.
Feramuz mezara kondu,
Ve Seyda konuştu,
Ve yeni bir bayramın hüznü bizimle buluştu.
Feramuz’un bedeni sırtımdan indi,
Ve sırtıma ağır bir yük olarak bindi.
Derin acıyla, aşırı sevinç arasında ince bir çizgi vardı.
Derin bir acı, fırtınalı bir kahkahaya dönüşebilirdi . Birkaç kez bu noktaya geldiğimi hissettim. Ama, şükür, olmadı.
Bir kış günü, henüz emiyorken kendisini bırakan annemiz, şimdi de bir kış günü, yine kendisini çağırmıştı. Almıştı da yanına.
27ARALIK 2000, ÇARŞAMBA KAHRAMANMARAŞ. Ağabeyimle ikimiz, “karabayram dedikleri bu olsa gerek” diyorduk, sessizce ağlıyorduk.
Ramazan Bayramının ve Feramuz’u toprağa uğurladığımızın birinci günüydü.