• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

15 MAYIS 2011 PAZAR
Annemin hasreti burnumda tütüyor.

Küçük bir çocuk gibi özlüyorum O’nu.
Annemin hasreti öyle bir kuşatıyor ki, hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum.
Tam kırksekiz yıl oldu, ayrıyız.
Kırksekiz yıldır, ayrılık öykülerine ağlarım.

Yalnız kalırım, hatırlayınca annesizliğimi, çoğalır yalnızlığım.
Dağlarla ve ırmaklarla,
Karlar ve soğuklarla,
Gülümseyen gözler ve uçurumlarla,
Ve birlikte neler gördükse annemle,
İşte onlarla anarım,
Ve işte onlarla ağlarım en çok.

Her ayrılık öyküsü etkileyicidir, duygusaldır. Ardında buruk gönüller, bükük boyunlar bırakır.
Herkes öyküsünü kendisi yaşar, herkesin öyküsü kendisinedir ve herkes kendi öyküsünün kahramanıdır.

Yedi, sekiz yaşlarındaydım.
Issız bir dağ köyünde, özgürlüğün sınırsız hazzını duyarak yaşıyordum.
Çocuktum ve özgürdüm.
Çocukluğun esaret olduğu günümüzde, ne kadar şanslı bir çocukluk geçirdiğimi şimdi anlıyorum.
Güneşin toprakla buluşmasını,  ağaçların “huşû” içinde eğilmelerini ve yapraklarını tıpkı bir avuç gibi hep açık tutmalarını da şimdi anlıyorum. Sanki sürekli dua halindeler.
Ve ağaçların, bitkilerin, yağmur yağınca, üzerine güneş doğunca sevinç çığlıkları attıklarını, “şükürlerini” artırdıklarını da duyar gibiyim.
Ağaçların dilini ancak bu kadar çözebiliyorum.
Ama biliyorum ve inanıyorum ki ağaçların, bitkilerin, kuşların, böceklerin de kendilerine özgü derin bir dünyaları var.
Ve bu, bizden uzak bir dünya değil.
Ağacın sevinmediğini, üzülmediğini düşünmek; ağaçların ağlamadığını, gülmediğini sanmak, insanın kendi kendisini tanımamasıdır.
Hele kuşlar!
Kuşların feryadı, ağıtı vardır.
Zikir saatleri vardır.
Belki ağaçların zikir saatiyle, kuşlarınki aynı zamana denk gelmektedir.
Belki kuşlarla ağaçlar, bizden daha yakındır birbirlerine.
Belki hıçkıra hıçkıra ağlamak isteyen bir küçük kuş, kendisine yakın hissettiği bir ağacın omuzuna yaslanmakta, orada ağlamaktadır.
Belki her kuşun, göğsünde huzur bulduğu bir ağaç vardır!
Ve kesin olan şu ki, ağaçla kuş konuşmaktadır.
Belki kuş ağacı, belki ağaç kuşu teselli etmektedir.
Ve yine kesin olan şu ki, ağacın da, kuşun da annesi, babası, soyu-sopu vardır.
Ben, annesi ya da yavrusu ölünce feryat içinde çırpınan çok kuş gördüm.
Ve acılarına katıldım, paylaştım.
Korkudan, üzüntüden, acıdan yoruluncaya kadar çırpınan, sonra da kendisini teselli eden bir ağacın koynuna sığınan kuşlar gördüm.
Ve yine inanıyorum ki, her kuşun sığındığı, dalında konuk olduğu; sevincini, acısını paylaştığı ağaç aynıdır.
Hatta kuşların nesilleri de aynı ağaçla birlikte yaşar.
Ve kuşların yavrularına düşkünlüğü!
Bir serçe kuşu, yavrusu için kartalla savaşır. Bir kuşun yavrusu için canını vermeye hazır beklediğini çocukluk hayatımda, defalarca gözlemledim.
Kuşların annesiyle;  benim annem arasında bir fark yoktu.
Ve biz çocuklar, yavrusu bulunan kuşların yavrularına ilişmezdik.  Öyle öğretmişti annem.
A
nnem öyle anlatırdı ki kuşların yavruları ve kuşlar yuvalarındayken kutsaldı!
Uy
uyor, doyuruyor, konuşuyor olabilirlerdi.
Orada onlara dokunulmazdı.
Çocukluğumuzda dalların, otların arasına çerçöpten yapılmış kuş yuvaları bulurduk.
Hatta kuşların yuvalarını yapışlarına, yumurtlamalarına, kuluçkaya yatışlarına, yavrularını büyütme, besleme süreçlerine tanık olurduk.
O
nlar bizim sevimli komşularımızdı ve annem bize her gün tembihlerdi “sakın dokunmayın” diye.
Onlar annemin dostları, akrabaları gibiydiler ve onlar annemin koruması altındaydılar.
Bir biçimde bir yavru kuş annesini kaybettiyse, onun yaşama şansı da yoktu.
Annesini kaybetmiş yavru kuşların, yuvalarında feryat ederek hayatlarını kaybettiklerini de çok görmüşümdür.
Bu durum karşısında hep içim ürpermiştir.
Ve annesinin bir yavru için hayat demek, yaşamak demek olduğunu ben kuşlardan öğrenmişimdir.
Aslında kuşlardan çok şey öğrenmişimdir.
Örneğin her kuş hep tedirgin ve hep tetiktedir.
Bir ağacın dalında, bir kayanın başında oturmuş dinlenirken bile sürekli çevresine baktığını görürsün. Yuvasında yavrularının yanındayken de böyledir. Her an, her yerden bir tehlike gelebilir ve her an tetikte olacaksın, kuşların bize öğrettiği.
Bir de kınalı keklikler.
Yaz yavaş yavaş gelip de havalar ısınınca, keklik yavruları henüz uçacak duruma gelmemişlerdir. Annelerinin peşinde, otların, çiçeklerin arasında çekirge avlamaktadırlar.
Biz çocuklar bu yavruların peşinden koşar, birkaçımız çevresini kapatır, yavrulardan birini yakalardık. Anne keklik, kendini paralayarak çevremizde döner dururdu.
Biz ise yavruyu koynumuza koyar, vücut ısımıza alıştırır, çekirgeyle besler, gece gündüz bakar, büyütürdük.
Bir süre sonra yavru keklik bıraksan da senden ayrılmazdı.
Evde kedi köpek kapmasın diye kafese koyardık.
Yüksek sadakati de kuşlardan öğrendim.

Evimizin yakınındaki tarlada, amcamın çocuklarıyla oynuyorduk.
Tesbili denen tarladaydık.
Soğuktu ama, güneşliydi.
Ayaklarımız yalın, sırtımızda incecik gömleğimiz vardı.
Kuşlar, böcekler, ağaçlar da arkadaşımızdı.
Annem göründü uzaktan.
Gülümseyen tatlı, berrak yüzü yine üzerindeydi. Biraz sıkıntılı görünüyordu.
“Oğlum “ dedi bana.
“Oğlum siz eve gidin artık. Başım çok ağrıyor. Topalların karısına başımı okutacağım.”
Kırksekiz yıl önce, annemden duyduğum son cümle buydu.
Yirmialtı yaşlarında, dört çocuk annesi, saygın bir kadındı.
Köyde yol, okul, telefon hiçbirisi yoktu.
İnsanlar başı ağrıyınca, gidebilecekleri tek yere giderlerdi: Okutmaya.
Onu yapan da çok bulunmazdı.
İşte, bir tek Topalların karısı vardı.
Bu kadının adını da kimseler bilmezdi.
Herkes o’na Topalların Karısı derdi.
Ne okurdu, ne yapardı bilinmez.
Belki, annesinden öğrendiği birkaç duayı okuyordu.
Çaresizlik, dağlarla çevirmişti her yanı.
Biz, oyunumuza devam ediyorduk.
Oyun oynamak, çocuğun kendinden geçmesi, dış dünyaya ilişkin her şeyi unutması demektir.
Çocuk, oyunu, derin bir ibadet,  “vecd“ duygusuyla oynar.
Çocuk için oyun, yaşamanın “aslıdır.”
Yemek içmek dâhil yaptığı diğer şeyler, sıkıcı ayrıntılardır ve büyükler dayattığı için yaparlar.
Oyunun çocuğa unutturamayacağı hiçbir şey yoktur.
Hava karardıktan sonra eve geldiğimde annem, ocağın başında sessizce yatıyordu.
Yüzünü açtım, baktım.
Beyaz tülbenti başındaydı hâlâ.
Sadece dudakları kımıldıyordu, belli ki dua okuyordu.
Ve konuşamıyordu.
İki odalı, her yeri topraktan yapılmış, iki katlı bir evimiz vardı.
Alt kat ahırdı.
Keçilerimiz, ineğimiz, iki öküzümüz vardı.
Üst kattaki odalardan birisi konuklarımız için ayrılmıştı. “Misafir Odası” diyorduk oraya. Ortasında teneke bir soba kuruluydu. Yerde renkli desenli iki kilim, kenarlarda döşekler seriliydi. Sert yastıklar da minderlerin arkasında, duvara dayalı olarak sıralanmıştı.
Bu odaya biz çocuklar “nadiren” girerdik.

Diğer büyük odaysa bizim yaşam alanımızdı.
Ortalarda, duvara dayalı olarak yapılmış, kocaman bir ocak vardı.
Kalın meşe odunları bu ocakta sürekli yanardı.
Evin bir köşesinde kapkacağın dizildiği bir raf vardı. Başka bir köşesinde de yatakların katlanarak, üst üste yığıldığı bir dolap vardı.
Yatak dolabının ayırdığı arka bölümse, evin kileriydi.
Bu odada yatılır kalkılırdı, hep birlikte.
Annem, yemeklerimizi bu geniş ocakta pişirirdi.
Yemekler bu odada yenirdi.
Bulaşıkları dışarıda, bu odanın önündeki balkonumsu, toprak mekânda yıkardı annem.
Her yer topraktı ve yağmur yağınca toprak kokardı evimiz.
Evin önünden bir ark geçerdi.
Su ihtiyacımız, beş on dakika uzaktaki pınardan karşılanırdı.
İki eline birer bakraç alır, suları doldurur getirirdi annem.

Birazdan, zifiri karanlığın ortasında anneannem geldi.
Oldukça telaşlıydı.
“Kuzum” dedi annemin üzerine atılarak sarıldı, ağladı.
Sarıldı, sarıldı, kokladı annemi, ağladı.
Annem doğrulmaya çalıştı, anneanneme sarıldı O da, gözünden yaşlar geliyordu.
Bir şeyler söylemek istiyor, söyleyemiyordu.
Dili tutulmuştu.
Bizleri gösteriyor, hüzünle bakıyor, gözünden yaşlar geliyordu.
Ocak çıtırtıyla yanıyordu.
Biz dört kardeş, olanları seyrediyorduk.
Anneannem, bunun üzerine bizi kucağına aldı, dördümüzü birden kucaklamaya çalıştı.
En küçüğümüz Feramuz, bir iki yaşlarındaydı ve emiyordu daha.
Anneannem, en çok onu bastı bağrına.
Biz tıpkı civcivlerin annelerinin kanatlarının altına saklanması gibi, anneannemizin kollarının altına toplanmıştık.
Bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu anlamıştık.
Korkudan titriyorduk.
Feramuz ağlıyordu.
Feramuz’un ömür boyu sürecek ve bizlere de sirayet edecek ağıtı başlamıştı.

Bütün mutluluklar geçicidir.
Bir gün olur, insanın yıldızı sönüverir.
Dağlar, tepeler, ağaçlar, kuşlar… Ve bu sessizlik ortamında öteki çocuklarla oynanan oyunlar coşkulu bir özgürlük, mutluluktu.
Annemiz başımızdaydı.
Akşam olunca toplanıyor, ocağın çıtır çıtır yanan kırmızı alevlerini seyrederek konuşuyorduk.
Konular sınırlıydı.
Annem, sürekli askerdeki babamı anardı. Gözleri dolardı hep.
Dört kardeş ve bir anne;  bir de yanan ocağın kırmızı alevleri ve üzerinde dışı is’ten simsiyah olmuş sürekli kaynayan su dolu tencere; birlikte yaşıyorduk.
Tencereye ya bulgur doldururdu annem pilav olsun diye, ya da tarhana, çorba pişirmek için. Kilerde üst üste yığılmış gevrek yufkalardan birkaçını orta yere getirir, üzerine hafiften su serper, üzerini örter, kısa bir süre bekletir; yumuşamış yufkayı, ustaca katlardı.
Dışarıda “sal” vardı ve içi pekmez doluydu.
Pekmez, toprak evimizin hemen bitişiğindeki bağdan en doğal yöntemlerle elde ediliyordu. Sal diye de, kalın tahtalardan yapılmış büyük sandığa deniliyordu.
Pekmez, sabah-akşam bütün öğünlerin vazgeçilmez gıdasıydı.

Annemiz başımızdaydı ve gülümseyen şefkatli yüzü, bütün mutluluğumuzun kaynağıydı.
İnsan için anne merhametinden daha güçlü bir sığınak yoktur.
Annenin gücü, becerisi, yeteneği hiç önemli değildir.
Bilirsin ki arkanda annen vardır ve her koşulda yanındadır.
Bir toplulukta anneli büyüyenle, annesiz büyüyeni ayırt etmek kolaydır.
Annesiz büyümüşse bir insan, seksen yaşına da gelse öksüzdür, yetimdir, duygusaldır, boynu büküktür.
Annesiz büyüyen kimselerin içinde, derin boşluklar vardır. Onlar, durmadan bu boşlukları doldurmak için boğuşurlar, ömürleri bununla geçer.
Aslında hep annelerini ararlar, farkında olmadan.
Şefkat, merhamet, yaslanacak yürek ararlar.
Şımartılmak ister.
Anneler çocuklarına kızarken bile sevgi doludurlar. Kızgınlıkları zararsızdır; çocuk da bunu bilir.
Çocuğun şımarıklığı, sadece annesine hoş ve sevimli gelir.
Annesiz büyüyen kişilerin en büyük özlemi, ihtiyacı, şımartılma duygusudur.
Annesini çocukken kaybedenler, elindeki hazineyi kaybedenlere benzerler.
Artık ömür boyu bir arayış başlamıştır. Şefkat, merhamet ve şımartılma arayışı.
İşte bu gülümseyen yüz, anne kokusu, güvenle yaslanılacak bir omuz, aranan büyük hazinedir.
“Hazinesini” küçük yaşta kaybedenleri tatmin etmek, doyuma ulaştırmak, dinginliğe kavuşturmak mümkün değildir.
Mal mülk sahibi de olsalar, güç kuvvet sahibi de olsalar, dünyadaki bütün tatmin araçlarını önlerine yığsan, yine de aradıkları bir şeyler vardır.
Durmadan ararlar.
O daldan bu dala konar, kalkarlar.
Ne aradıklarını, ne istediklerini, nereye ulaşmayı amaçladıklarını da bilmezler çoğu kez.
Annesini küçük yaşta kaybedenlerin içindeki derin çukuru kapatmak mümkün değildir.
Ve ömür denilen hikâyenin en onulmaz travması başlamıştır.
Her insan uzaklara, çok uzaklara da gitse, döner dolaşır annesiyle yaşadığı “mekânlara” gelir. Sanır ki annem hâlâ bu “mekânlarda” gülümseyerek dolaşmaktadır.
Ya da uzaklardayken de hayalinde hep o “mekânlar” vardır.

İçinde bulunduğumuz durumun çok da farkında olmayarak, biraz sonra, aynı odada hepimiz uyuyup kalmışız.
Sabah uyandığımızda, amcalarımın hanımları, çocukları, uzak komşularımız, anneannem, dayılarım hepsi gelmişler ve odanın içi ağıt sesleriyle doluyordu.
İbrahim Amcam Kur’an okuyordu.
Annem ocağın başında sessizce yatıyordu.
Yüzü açıktı ve bembeyazdı.
Ölmüştü.
Henüz yirmi altı yaşındaydı.
15 MAYIS 2011 PAZAR GÜNÜ, beni bağrına basacak; hatalarımla, kusurlarımla, eksiğimle, yanlışlarımla beni kabullenecek ve dizlerine yatıracak, başımı okşayacak, derin bilgeliğiyle nasihat edecek; kızacak, bağırıp çağıracak ve sonra kucaklayacak annemi, güçlü bir duyguyla özlüyorum.
Annemi özlüyorum ve O’nunla konuşmak istiyorum.
Dertleşmek istiyorum, derin bir güvenle.
Kentin kirli yüzünü anlatmak istiyorum.
Canımı acıtanları, yüreğime yük vuranları, beni sıkıştıranları, dövenleri, kendi ellerimle yaptığım oyuncaklarımı kıranları anlatmak istiyorum.
“Anne, beni dövüyorlar.”
“Seni kimse dövemez aslan oğlum, korkma.”
“Anne beni dövüyorlar.”
“Ben de onları döverim, gelmeyeyim yanlarına.”
“Anne beni dövüyorlar.”
“Şimdi daha çok dövüyorlar anne.”
Çocukken çocuklar döverdi, şimdi herkes dövüyor anne.
Çocukken arada bir döverlerdi, şimdi durmadan dövüyorlar anne.
Gece uykudayken, gündüz iş’te en üretken vakitlerimde dövüyorlar.
Güçlü yumruklarıyla durmadan vuruyorlar ve sen yoksun diye sesimi çıkaramıyorum anne.
Suç işlesem de, işlemesem de,
Uzak dursam da, yaklaşsam da,
İyi geçineyim diye ne deseler yapsam da,
Dayaktan kurtulamıyorum anne.
Beni dövüyorlar anne,
Nerdesin anne,
Ah annem!

Toprak damın yanındaki küçük boşluğa ateş yakıldı, büyükçe bir kazana su dolduruldu, ısıtılmaya başlandı.
Annem, yıllarca su taşıdığı çeşmenin suyuyla arınacaktı.
Belki de dün akşam taşıdığı sular ısıtılıyordu; belki kendi cenazesinin suyunu taşımıştı.
Garip bir şeyler olmuştu.
Doğa sessizliğe bürünmüştü.
Kuşlar, ağaçlar, tüm hayvanlar, köpekler bile sanki bugün büyük bir travma yaşandığını, bu evin artık hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağını anlamışlar, boyunlarını bükmüşler, kendi kuytularına çekilmişler, öylece duruyorlardı.
Biz çocuklar, oyun oynamakla oynamamak arasında, tedirgin, oraya buraya koşturup duruyorduk.
Eve her gelen bizi kucaklıyor, ağlıyordu.
Bizler bu ıssız dağ köyünde, hiç kimselerin uğramadığı evde, çok kıymetli hale gelmiştik.
Bazı kadınlar yapmacık bir feveran içindeydi, bağırıp çağırarak, ağıtlar yakarak ağlıyorlardı.
Ninem, dayım gibi annemin en yakınlarıysa daha sakin, daha yürekten, hıçkırarak ağlıyorlar, bizlere şefkat, merhamet ve acımayla sarılıyorlardı.
Aslında bu kişilerin acısı katmerliydi.
Birincisi en yakınlarını, ansızın kaybetmişler ve bunun şokunu yaşıyorlardı.
İkincisi ise,  kalan dört yetim çocuğun, yani bizlerin durumuydu.
En büyüğümüz on yaşlarındaydı, babamız askerdeydi; evde, az da olsa koyunlar, keçiler, inekler vardı.
Bunlara kim bakacak, bu çocuklar nasıl büyüyecekti.
En küçük çocuk bir yaşlarındaydı ve emiyordu daha.
Çocukları alıp gitseler, mallar ne olacaktı.
Ev ne olacaktı.
Çünkü evin damı topraktı ve yağmur yağdığında, yassı, büyükçe yontulmuş loğ denen taşın evin üzerinde gezdirilmesi gerekiyordu.
Yoksa dam yıkılırdı.
Yakınlarımız çaresizlik içindeydiler.

Cenaze yıkandı, kefenlendi, eski, tahtaları yerinden oynayan tabuta kondu, erkeklerin sırtında evin ardındaki bayırdan, mezarlığa doğru götürüldü.
Beş-on erkek taşıyordu tabutu.
Annem, temelli kayboldu.
Bir gün içinde, adeta uçup gitmişti.
Bizler, arkasından bakakalmıştık.

Evimizin ardındaki bu bayırdan bir yıl kadar önce de babamızı askere uğurlamıştık.
O gün de çok hüzünlü bir gündü.

Annemle babam birbirlerine âşıktılar.
Dedemin, babam için; “Askerde ezilmesin, olgunlaşsın, yiğitleşsin öyle gitsin” diye düşünmesi sebebiyle babam, tam otuz yaşında, dört çocuk babası olarak askere gitmişti.
Annemse, bu uzun süren ayrılığa bir türlü alışamamıştı.
Annem, bizim hem babamız, hem annemizdi.
Yaz gelince ekinler biçilecek, ağaçların bakımı, budanması yapılacak, harman sürülecek, buğday değirmene götürülüp un öğütülecek, bulgur kaynatılacak, tarhana yapılacak, yaylaya göç edilecek, yayladan her gün eve inilecek; inilecek çıkılacak; çalışılacak, çalışılacaktı.
Güz gelince iş daha da zorlaşacaktı.
Tarlalar sürülecek, buğday ekilecek, üzümler kesilecek, kocaman kazanlarda kaynatılacak, pekmez olacaktı.
Kışlık odun toplanacak, eşeklere yüklenecek, ormandan eve getirilecek, üst üste düzgün bir şekilde istiflenecekti.
Cevizler toplanıp kabukları soyulacak ve çuvallara doldurulacaktı.
Sonra soğuklar usul usul gelecekti.
Önce yapraklar sararacak, rüzgârlar esecek, yağmurlar başlayacak, ocağa durmadan odunlar atılacaktı.
Ve karlar başlayacaktı.
Dağlar, ağaçlar, tarlalar beyaza bürünecekti.
Su getirmek için çeşmeye giden patika yol bile kapanacaktı.
İz yapmak, çığır açmak için güçlü bir ayak gerekliydi.
Kurtlar, tilkiler evin çitlerle çevrili bahçesine kadar ineceklerdi.
Onların sesini, hırıltısını duyan tüm hayvanlar,  korkudan tir tir titreyeceklerdi.
Annem, uzun dolma tüfeği eline alacak, evin balkonumsu toprak kısmında nöbet tutacaktı.
Bir keresinde de gece yarısı dışarıda bir ses duyacak, tüfeği kaptığı gibi dışarı fırlayacaktı.
Zifiri karanlıkta ne olduğunu çok iyi seçemediği, hareket halindeki canlıya ateş edecek ve yaralayacaktı.
Canlının köpek olduğu, gün ışıyınca ortaya çıkacaktı.
Issız dağ başında ve yalnızsanız ve korumanız gereken yavrularınız varsa, her şeyi tehlike olarak görmeniz normaldir.
Annemiz ardımızda dağ gibi dururdu.
Bu dünyada bizimkinden daha cesur bir anne yoktu.

Ninem, hemen hemen her gün gelirdi bize.
Üç, dört km. uzaktaki evinden, yürüyerek gelirdi.
Yaz, kış, kar, buz fark etmezdi.
Bizim için bir alışkanlıktı bu.
Biliyorduk ki kuşluk vakti ninem gelecek ve daha eve yaklaşırken seslenecekti:
“Medine, kuzum nerdesin?“
Aslında hepimiz O’nun “kuzucuklarıydık.”
Babam askere gitti gideli, ninem bize daha bir yakın olmuştu.
Bizleri öksüz, yetim, kol kanat gerilmesi gereken torunları olarak görüyor, üzerimize titriyordu.
O’nun da uzun ve acıklı bir hayat hikâyesi vardı.
Dedem, Yemen harbinde kaybolmuştu.
Yıllarca, bugün gelir, yarın gelir diye beklemişti.
Ninem yıllarca çok az uyumuştu.
Dedem çıkıp gelecek diye karşı tepeden gözlerini ayıramamıştı.
Bu dünyada kaybolmuş birini beklemekten daha zor bekleyiş var mıdır?
Umut, insanın içini hangi durumda bu kadar kuvvetli bir ateş olarak yakabilir?
Ninem, yanmış bir kadındı işte.
Kavrulmuş bir kadındı.
Beklemiş ve beklemekten kavrulmuştu.
Uzun boylu, narin, hüzünlü ve kavruktu.
Gözü yaşlıydı.
Bilgeydi.
Okul yüzü görmemişti ama Yunus Emre’den, Karacaoğlan’dan şiirler okurdu bize.
Ağır, ağır abdest alır, namazlarını “huşu” içinde kılardı.
Sessiz, sessiz ağlardı.
Ağlamak çeşit çeşittir.
Hıçkırarak ağlayanlar, dövünerek ağlayanlar, derinden ağlayanlar, gülerek ağlayanlar, susarak ağlayanlar…
Sessiz ve derin derin ağlayanlara dikkat edilirse, ağıtı söze, sese dökecek gücü kalmayanlardır.
Bu dünyada yaşanabilecek en ağır travmaları yaşamıştı ninem.
Aslında, yeni acılardan en az etkilenecek kişiydi ninem.
O’nun için acılar, olaylar, koca bir dünya küçücük kalmıştı.
Acılar, O’nu büyük bir insan yapmıştı.
İnsanlar büyüdükçe acılar küçülürdü.
Derin bir inancın ve tevekkülün yanında, büyük acılar sıradan olaylar haline geliyordu.
Ninem Allah’ın dostluğuna yürümüş, acılarını küçültmüştü.

Babamsa bütün bunlardan habersiz Ankara Etimesgut’ta, otuz yaşlarında, dört çocuklu havacı er olarak askerlik yapıyordu.
Çocuklar, ağaçlar, kuşlar, dağlar, taşlar burnunda tütüyordu. En çok da eşi Medine!
Ah Medine!
Çaresizlik içini yakıyordu.
Günler uzadıkça uzuyordu.
Askerliğin güçlükleri, içinde tutuşan hasret ateşinin yanında oyuncak gibiydi.
Sabahlara kadar gözüne uyku girmiyor, yatağın içinde dönüp duruyordu.
Hastalandı.
Askeri doktor iki ay “hava değişimi” verdi.
Hiç kimse hastalığına bu kadar sevinemezdi.
1963 yılının kışı başlamadan uzun bir tren yolculuğunun ardından Maraş’ın kenarındaki tren istasyonuna indi.
Bir kuruş parası yoktu, vakit akşamdı.
Şehrin içine kadar yürüdü, sabahçı kahvesini buldu.
Orada içinde depremler yaşayarak sabaha kadar oturdu.
Ezanlar okunduğunda, sabah namazını Ulu Camide kıldı ve aç susuz yollara düştü.
Tek başına Ahır Dağını aştı, Bertiz’in köylerini aştı, Kısık Vadisine ulaştı.
Ceyhan Irmağının kenarındaki dar yolu izledi, Ceyhan’ın uğultusunu dinledi.
Derin vadinin ıssızlığının sesiyle ürperdi, hızlandı. Hiç durmadı, oturup dinlenmedi, mola vermedi. Yorulmadı, usanmadı, yolu şaşırmadı.
Sadece namaz saatlerinde ya bulduğu bir pınarda ya da Ceyhan Irmağının köpüren sularında abdest aldı, toprağın kokusunu hissederek namaz kıldı.
Yürümüyor, adeta koşuyordu.
Hastalığından eser kalmamıştı.
Askerdeyken romatizma yüzünden yürütmeyen ağrılar geçmiş, ağrıyan bacakları tamamen iyileşmişti.
Kısık Vadisindeki, Ceyhan Irmağının üzerine iğreti bir şekilde yapılan, uzun tahta köprüden geçti.
Yüksek çam ağaçlarının altındaki dar patikadan yokuş yukarı çıktı. Bedirhacı denen yere geldiğinde akşamın karanlığı iyice bastırmıştı.
Sık ormanlarla kaplı bu yer gençliğinin geçtiği yerlerdi ve karış karış biliyordu.
Dik bir yokuş çıkacaktı, kayaları dolanacak, Irasaf’tan Durdunun Mağarasına ulaşacaktı.
Yivli Bakacak, Çöllü Bakacak, Dedemin Tavşan vurduğu Bakacak geride kalacaktı.
Bu bahçenin derin öyküsünü düşünecekti. Dedesi Kahyaoğlu Abdurrahman’ın diktiği, babası Kahyaoğlu Ahmet’in büyüttüğü devasa ceviz ağaçlarının altından geçiyordu. Babasının, dedesinin, yüzünü göremediği büyük dedesi Kahyaoğlu İbrahim’in hayatları da hep buralarda geçmişti. Hepsi de bir hikâyenin kahramanıydılar. Ve şimdi hiçbirisi yoktu.
Sonra Bahçeye ulaşacaktı.

Sararmış yapraklarıyla hüzün şehrine dönen bahçedeki ağaçları ancak yarın hava aydınlanınca görebilecekti.
Sık ormanların arasından çeşitli yabani hayvan sesleri, kuş sesleri geliyordu.
Sadece ses de değil, ayak seslerini duyan bazı yabani hayvanlar önünden ansızın kaçıyor ya da kuşlar ansızın uçuşuyorlardı.
Hepsini tanıyordu ve korkmuyordu.
Artık doğup büyüdüğü, ömrünü geçirdiği yerlere gelmişti ve birazdan Medine’sine kavuşacaktı.
Ah Medine!
Meğer ne kadar uzakmışsın.
Tam onüç saattir yürüyordu.
Bu zorlu yürüyüşte en çok Medine’yi düşünmüştü.
Gönlüne Medine’nin aşk ateşi düştüğünde Medine onaltı, kendisi onyedi, onsekiz yaşlarındaydı.
Gizli gizli buluşuyorlardı.
Uzaktan uzağa, birbirine “ayna tutarak” haberleştikleri de oluyordu.
Uzun sürmedi, Medine telli duvaklı gelin geldi Mustafa’ya.
Güzel bir atın üstünde, rengârenk kıyafetleriyle, kırmızı tül örtüsüyle hatırlıyordu Medine’yi.
İlk gün evin misafir odasında kalmışlardı.
Hayat bazen böyle çılgın mutluluklar bahşediyordu insana.
Bazen de alıyordu elinden.
Esasen mutlulukla, hüzün; hasretle, kavuşma; zenginlikle, fakirlik; uzaklıkla, yakınlık birbirinin kardeşidir. Ve hepsi de hayatın eseridir, hayata aittir.

Bu onüç saatlik yürüyüş sırasında, kurmadığı hayal, hatırlamadığı kişi ve olay kalmamıştı.
Babası Kahyaoğlu Ahmet’i düşündü, annesi Hatçe Hatun’u. Birlikte yaşadıklarını hatırladı teker teker. Sonra kısa aralıklarla ölümlerini, yalnızlığını hatırladı.
Sonra yine Medine geldi gözlerinin önüne.
Şehit Ömer’in ve O’nun dağ gibi duran dul eşi Ayşe Kadın’ın (Koca Eşe derlerdi köyde) kızı Medine!
Gülümseyen gözleri, merhamet ve sevgi saçan yüzü geldi. Daha doğrusu diğer kişi ve olayları düşünürken bile Medine vardı hayalinin bir başka yanında.
Zihni Medine’ye odaklanmıştı.
Çocuklarını, anne-babasını, kayınvalidesini, kardeşlerini, kayınlarını, dağları, ağaçları, tarlaları, ahırdaki hayvanları, dallardaki kuşları, çiçekleri, böcekleri tek tek düşünüyor ama Medine zihninin en belirgin yerinde, gülümseyen gözleriyle hep duruyordu.
On yıldan fazla zaman olmuştu evleneli, dört de çocukları olmuştu. Ama daha yeni tanışmışlar, yeni evlenmişler gibi canlı, diri bir hatırlamaydı bu.
Zifiri karanlıktı.
Evin pınarının şırıltısını duydu, içi sevinçle ürperdi.
Dedesi Kahyaoğlu Abdurrahman’ın diktiği devasa ceviz ağaçlarının altından geçti. Sağdaki ekşi elmayı seçti. Dutlar, armutlar, erikler, elmalar kenarlarda sessizce duruyorlardı.
Merak etti, yarın, teker teker bakarım dedi.
Sol tarafta bir karartı şeklinde üzüm bağı uyuyordu adeta.
Tam da üzüm zamanı diye geçirdi içinden.

Kalbi hızlı hızlı atıyordu.
Ne Maraş’taki sabahçı kahvesinde, sandalyenin üzerinde uyuklamasından, ne onüç saatlik yaya yolun yorgunluğundan, ne hastalığından kalma hiçbir olumsuzluk hissetmiyordu.
Medine’de, çocuklar da uyumuşlardı şimdi.
Kapıyı çalacak, hepsini uyandıracak, Medine boynuna atlayacak, çocuklar bacaklarına sarılacak, belki sevinçten hepsi hüngür hüngür ağlayacaklardı.
Hiçbirisi uyumayacaktı.
En çok özlenen, beklenen kişi, en çok özlediği, aradığı kişilere kavuşacaktı.
En çok da oğlu Feramuz’u merak ediyordu.
Kendisi askere gitmeden kısa süre önce doğmuştu Feramuz, o zaman daha bir aylıktı.
Şimdi kocaman bir çocuk olmuştu.
Konuşuyordu belki, emekliyordu.
Sonra Hatice, Kamil onlar da büyümüşlerdi mutlaka.
Büyük oğlu Mehmet, evin işlerini çekip çeviriyordu besbelli. Şimdi daha da büyümüş olmalıydı. Annesinin en yakın destekçisiydi.
Mehmet, on yaşlarındaydı.
Mustafa’nın hayalleri zirvedeydi.
Bu dünyada, biraz sonra yaşayacağını düşündüğü kavuşma sahnesinden daha çok istediği hiçbir şey olamazdı. Derin bir özlem, derin bir isteğe dönüşmüştü. Yaklaşmıştı işte. Birkaç adım kalmıştı.
Arkın üzerinden atladı, son köşeyi de dönünce, nihayet evin silüeti göründü.
Adımlarını hızlandırdı.
Ahırın kokusunu hissetti.
Evin büyük odasının küçük penceresinden belli belirsiz bir ışık sızıyordu.
Medine hâlâ uyanık herhalde diye düşündü.
Evin balkonumsu, toprak girişinde içerden sesler geldiğini, evde birkaç kişinin daha olduğunu anladı.
İçine ilk kurt düşmüştü.
Olağanüstü bir şey olmasa, evde kimseler olmazdı.
Çocuklardan birisi dedi içinden, çocuklardan birisi ölmüş olmasın.
Binlerce senaryo, birkaç saniye içinde savruldu zihninde.
Ama ölüm kelimesi, kalbine bir ben gibi yapışmıştı.
Kapı kilitli değildi.
İtti, açıldı.
“Ev sahibi”  diye seslendi, sanki evin sahibi kendisi değilmiş gibi.
İçerdekiler ayaklandı, kapıya koştular, bu sesi tanıyorlardı.
İlk karşılayan kayınvalidesi Ayşe Kadın oldu.
Hemen hemen her acıyı yaşamış, yüreği acıdan ve hasretten nasır tutmuş bu kadın, derin bir sükûnetle ve metanetle karşıladı öksüz torunlarının babasını.
Kucakladı, uzun uzun sarıldı damadına. Ağlamamaya çalıştı, bir şey demedi, kendisinden duysun istemedi.
İçi yekindi, kaynadı, yutkundu, yutkundu.

İçerde dayımlarla amcalarım ve bizler vardık.
Feramuz kâh susuyor, kâh ağlıyordu.
Babam herkesle kucaklaştı.
Bizler de bacaklarına sarılıyor, kucağına atlıyor, elini, yüzünü kokluyor, öpüyor, öpüyorduk. Feramuzsa, bu gelenin kim olduğunu bilmiyor, uzak duruyor, tüm ısrarlara rağmen babamıza yaklaşmıyordu.
Anne sütü ve anne kokusuydu O’nun istediği.
Ama artık böyle bir şansı yoktu.

Kucaklaşma ve hoş geldin faslı bittikten sonra derin bir sessizlik oldu.
Babam durumu hemen hemen fark etmişti ama henüz resmen söylenmemişti.
Hiç kimse acı haberi dile getirmek istemiyordu.
Ocak çıtır çıtır yanıyor, kırmızı alevler insanların hüzünlü yüzünü aydınlatıyordu.
Ocağın alevleri sayesinde herkes birbirinin yüzünü görebiliyor, bu şekilde hasret gideriliyordu.
Çocuklar büyümüştü.
Evin kendine özgü kokusu aynen duruyordu.
Kış usul usul geliyordu, hava serinlemişti. Ama babam, bu dünyada en çok, herkesten daha çok görmek istediği kişiyi, annemi görememişti.
Anlamıştı bir daha göremeyeceğini ama, içinin derinlerinde bir umutla bekliyordu. Belki de başka bir şey olmuştu.
Gerçi herkes buradaydı Medine dışında.
Başka ne olabilirdi ki!
Umut…
İnanılmak istenmeyen şeyler böyledir.
Bir yanın kabul eder, diğer yanın reddeder, yeni yeni senaryolar üretir.
Durum açık seçik ortadayken bile, “Hayır öyle değil.” der insan, “Şimdi çıkıp gelecek.” Der; gelişi üzerine, kavuşma üzerine hayaller kurar.
Umut, boş olduğunu bile bile hayal üretir insanda.
“Bir şey söylenmesin, bu zayıf umut da sönmesin.” diye düşünülür.

Babam da son zayıf umudun beklentisi içindeydi.
Umut hiç bitmesin, sabah olmasın istiyordu.
Ortalık aydınlanmasın, “Geldim kavuştum işte”; böyle kalsın her şey istiyordu.
İbrahim amcam bozdu sessizliği.
“Medine’yi kaybettik, başımız sağolsun” dedi.
Sanki herkes tetikte bekliyordu ve tetiği Kahyaoğlu İbrahim çekmişti. Sanki Medine, birkaç gün önce değil de şimdi son nefesini vermişti, sanki Medine’nin cenazesi orta yerde yatıyordu.
Ağıtlar, hıçkırıklar başladı.
Babamsa, gözlerini sabit bir noktaya dikti, dakikalarca öylece kaldı. Bizlere daha çok sarıldı, gözlerinden yaşlar geliyor, kollarıyla siliyordu.
Babam türkü bilmez, söyleyemez de. Ama şu türküyü ömrü boyunca hep mırıldandığını duydum:

               Yüce dağlar olmasaydı
               
Laleleri solmasaydı
               
Ölüm Allah’ın emri de
               
Şu ayrılık olmasaydı.

               
Kara kazan kaynamasın
               
Atım cirit oynamasın
               
İki sene asker oldum
               
Nazlı yârim ağlamasın

               
Şu kışlanın kapısına
               
Nail oldum yapısına
               
Telli kurban bağlayayım
               
Asker yârin kapısına

Ve hayaller,

Kısık Vadisinde, Ceyhan Irmağı kıyılarında,
Issız yolların üstün hayalleri…
Evin önündeki kayalardan,
Gümbür gümbür yuvarlanıyordu hayaller,
Ve dağlar devriliyor, kuşlar ölüyordu.

Kısık Vadisine sığmayan
Anlattıkça anlatılamayan
Durmadan kanayan
Sadece babamın içinde kalan
Derin hasret böyle başlıyordu.

Yaşanmış bazı hikâyeler vardır, unutulmaması, kaybolmaması gerekir. Çünkü bu hikâyeler, sonraki neslin de hayat damarlarıdır.
Bu hikâyeyi çocuklarıma defalarca anlattım.
Yine de unutulur diye korktum ve henüz babam sağ iken tarihe küçük bir not düştüm.
KIRKSEKİZ YIL SONRA annemi nasıl da özlüyorum!