14 ARALIK 2009 PAZARTESİ sabahı, bir dakika bile uyuyamadan, Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur Havaalanına indik.
Moskova Ulanbatur arası, uçakla altı saattir.
Ulanbatur’la Türkiye arasında altı saat fark var.
Bu farktan dolayı Ankara’dan sabah kalkan uçakla önce İstanbul’a, oradan Moskova’ya, oradan da Ulanbatur’a giderseniz yirmi saatten fazla yolculuk yapıyorsunuz.
Ön koltukta şımarık, sarhoş, ne yaptığını bilmeyen üç Moğol genci oturuyor ve sabahlara kadar gürültülü bir şekilde şakalaşıyor, oyun oynuyorlarsa; bir dakika bile uyumadan Ulanbatur’a ulaşmış oluyorsunuz.
Yorgunluktan, uykusuzluktan başım zonkluyor.
Uçaktan indik.Ulanbatur’daki
Türk okulların yöneticileri, öğretmenleri uçağın kapısına kadar gelerek bizi karşıladılar.
Arabaya binmek üzere dışarıya çıktığımızda, ömrümün en keskin soğuğu ile karşılaştım.
Etraf kar.
Esen soğuk rüzgâr burnumu alıp götürecek sandım.
Bir yanağımdan vuran rüzgâr, bir kurşun gibi delerek, öteki yanağımdan çıkacak sandım.
Binadan arabaya kadar, on-yirmi metrelik yolda, soğuğa ve kara ilişkin sayısız düşünceler geçti aklımdan.
Hemen hemen her olayda olduğu gibi, bu kez de çocukluğuma gittim.
Kar, tatlı tatlı yağardı bizim dağ köyümüze.
Bazen hissederdik yağacağını karın, beklerdim akşama kadar yağsın diye; ama bir türlü yağmazdı.
Sabah uyandığımızda bir köşesinde genişçe bir ocak bulunan, hepimizin birlikte yattığı, kalktığı, yaşadığı büyük odanın küçük penceresine koşardım, yüreğim titrek.
Yedi sekiz yaşlarındaydım.
İlkin pencereye çok yakın dut ağaçlarının dalları görünürdü.
Yaprakları dökülmüş bu ağaçların kupkuru dallarının üstünde karın, ince bir çizgi gibi yığıldığını, üflesen dökülecek kar dalına dönüştüğünü görünce, dünyalar benim olurdu.
Artık beni içerde kimse tutamazdı, öteki çocukları da.
Kar, niye bu kadar tatlıydı, bilmiyorum.
Kar, güzellikti.
Kar, farklılıktı.
Kar sadece ağaçların dallarına, yollara, toprağa yağmıyordu; aklımıza, gönlümüze, yüreğimize, ruhumuza yağıyordu kar.
Ruhumuz bembeyazdı.
Çocuktuk, ufacıktık; kar taneleri ile göklere çıkacaktık.
Kim bilir; bu iki dağın arasında kalmış ıssız dağ köyünden göklere, oradan da yeryüzünün öteki yerlerine ulaşmanın bir habercisiydi belki de kar.
Gökyüzüyle bağlantımızdı belki.
Gökyüzünün bize armağanıydı.
Gece sabaha kadar yağmıştı besbelli. Gece sabaha kadar, her yer beyaza bürünmüş, doğa tüm güzelliği ile, kendini bize sunmuştu.
Derin bir aşkla kendimizi kucağına atmamız bundandı.
Bazen de, gündüz, gözümüzün önünde canlı canlı yağardı kar.
Bu da başka bir mutluluktu.
Bir çocuğa, karın yağışını sadece pencereden seyrettirmek kadar zalimce bir şey olamaz.
Çocuk, karın altında durmalı, karla bütünleşmeli,
Düşen tanecikleri tek tek seyretmeli; kar tanelerini saymaya kalkmalı, gökyüzüyle haberleşmeli; yüzüne, dudaklarına düşen taneleri erimeli, ağzına gitmeli.
Karı hissetmeli çocuk.
Kar gibi ak ruhuna, kardan sütunlar dikilmeli.
Mutluluktan uçmalı çocuk.
Mutluluktan çıldırmalı.
Öyle yaşamalı ki, bütün bir ömrünü kuşatacak derin bir mutluluk olmalı bu.
İnsanların arasına karışınca, karşılaşınca kötülüklerle ve insanların tuzaklarıyla, yine de solduramamalı bu mutluluğunu kişinin.
Karla yapılabilir mutluluk aşısı çocuğa.
Karda üşümüş, karda yuvarlanmış, karda kar gibi beyaz mutluluğu tatmış ve ruhunun derinliklerine atmışsa bir çocuk, artık, o mutluluğu kimse söküp çıkaramaz içinden.
Zaman zaman üstü örtülse de, kayıp gidiyor sansa da, yeniden kendini gösterir mutluluk.
Bir çocuğu mutlu etmekten daha değerli ne vardır bu dünyada?
Ve bunu, karın yağışından başka çok az şey başarabilir.
Karın yağdığı bir yerde büyüyenler, şanslı kimselerdir.
İşte, ister gece gizlice yağmış ve bize ömrümüzün en büyük sürprizini yapmış olsun; isterse, gündüz, gözümüzün önünde, hatta birlikte yağalım; kar geldi mi, hayatımız şenlenirdi.
Yazlık, kışlık elbiselerimiz yoktu.
Ayakkabılarımız var mıydı bilmiyorum ama en fazla lastik ayakkabıydı ve delikti.
Palto, kaban, kaşkol, kazak zaten yoktu.
Neyimiz vardı, nasıl yaşıyorduk bilmiyorum ama, kar yağmışsa eğer, evin içine girmemiz mümkün değildi.
Doğrusu, bunun için zorlayan da olmazdı.
Gecenin karanlığı basıp, artık karın aydınlığı yetmez olunca, yarın erkenden buluşmak üzere veda ederdik kara.
Bir de kuşlar…
Toprak damlı evin saçaklarına dizilen serçe kuşlar, bizim komşu çocuklarımız gibi, evimizdeki tavuklarımız gibi, dilimizden anlayan, ortak duygularımızı paylaştığımız sevimli varlıklardı.
Kuşlar korkmazlardı, ürkmezlerdi bizden.
Toprak karla kaplanınca, evin daha da yakınlarında, hatta içinde bile yiyecek ararlardı.
Bir bakıma bize sığınırdı kuşlar böylesi zamanlarda.
Ya da, konuğumuzdu artık onlar bizim.
Sığırcıklar ve kargalarsa, sürüler halinde konarlardı ağaçlara.
Fazlaca yaklaşmazlardı evimize.
Kar onların da hayatlarını değiştirmiş, yaşanması gereken seremoniyi keyifli bir günün anısı haline getirmiştir.
Artık evin içine dönme zamanımız gelince ellerimiz, ayaklarımız, dudaklarımız mosmor olurdu. Eve girince, ellerimizi ocakta yanan ateşe uzatınca başlardı sızlama. Acıdan kıvranırdık. Parmaklarım, ayaklarım, burnum düşecek sanırdım.
İşte 14 Aralık 2009 PAZARTESİ sabahı Ulanbatur havaalanına inip de arabaya doğru yürürken, bedenime çarpan ilk keskin soğuk, bana bunları düşündürdü.
Eksi 30-35 derece soğukta, yollar buz, evler buz, sokaklar buz, sanki bütün ülke buza kesmiş.
Gökyüzü de donmuş da sanki, o nedenle masmavi rengi.
Kar az, çok az.
Ama soğuk, kurşun kadar ağır.
Cengiz Han otelin girişine varıncaya kadar, aracın içinde donuyorum.
Otel odasındaki sıcak su, hatta yakıcı sıcaklıktaki su, ısınmaya ancak yetiyor.
Yarım saatlik hazırlık ve dinlenmeden sonra otelin lokantasında kahvaltı için arkadaşlarımızla buluşuyoruz.
Toplam on kişiyiz.
Milletvekilleri, bürokratlar, iş adamları.
Kahvaltıdayken, düşlediğim Ulanbatur ile bulduğum arasındaki büyük farkı düşündüm.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyebilirim.
Anayurdumuz dökülüyor.
Ne orijinal, otantik bir yaşamdan iz kalmış; ne de modernizmi yakalayabilmiş.
Her şeyden mahrum Ulanbatur.
Caddeler güya asfalt, delik deşik, ama kaldırım bile yok.
Kentin en işlek caddesi, bizim orta büyüklükte bir İç Anadolu kentimizin tam kırk yıl önceki hali.
Burada yaşayan Türkler, şimdilerde kentin oldukça geliştiğini ve hızla da değişime uğradığını söylüyorlar.
On yıl önce, kentin ortasında yabani hayvanların, örneğin geyiklerin dolaştığını bizzat gördüğünü söyleyen en az üç kişiyle karşılaştık.
Bütün Moğolistan’ın nüfusunun yüzde kırkı bu kentte yaşıyormuş. Bir milyondan fazla nüfusu bulunan Ulanbatur’un, yüzde altmışından fazlası gecekonduda barınıyor.
Gecekondu kavramı, aslında buradaki durumu karşılamıyor.
Ulanbatur’un normal bölgeleri Ankara’nın gecekondu bölgeleri ile aynı diyebilirim.
Ulanbatur’daki gecekondu susuz, elektriksiz, kanalizasyonsuz, çoğu tek gözlü çadırlardan oluşan, sefalet barınağıdır.
Burada yaşam, savaşın kardeşidir.
Burada yaşamak, kendini dipsiz, derin bir kuyuya atmaktır.
Halkın büyük çoğunluğu Moğol. Moğollar Budist. Yüzde otuz civarında Müslüman var, daha çok Kazaklardan oluşan.
Moğolistan, başta ve yoğun olarak Rusya ve Çin’in “ilgi“ alanında. Japonya, Kore de ilgili.
Dünyanın denize en uzak ülkesi.
Dünyanın, km2 başına en az kişi düşen ülkesi.
Üçbuçuk milyon nüfusa karşılık, birbuçuk milyon km2 toprağa sahip.
Ülke bomboş.
Uçsuz bucaksız bozkırlar.
Yazın dünyanın her yerinden avcılar geliyor, şahin yakalıyor; geyik, kurt, kartal avlıyorlarmış.
Dünyanın son geyikleri de birkaç yıl içinde tükenmiş olacak besbelli.
Dünyanın son kartalları, son kuşları da vurulmuş olacak.
Avcılar geliyor, gidiyorlarmış.
Avcılar avlarını avlamıyorlar,
Artık avcılar kendi kendilerini avlıyorlar.
Avcı, kurşunu kartalın kalbine değil,
Dünyanın kalbine sıkıyor,
Moğolistan’da geyik avcıları,
Dünyayı, bakacak bir çift güzel gözden mahrum bırakıyorlar.
Oysa insanı canlı tutacak bir çift güzel gözden daha değerli ne vardır.
Bir çift güzel göz için Moğolistan’a gidilebilir ve anlaşılabilir bir şeydir bu.
Ama bir çift güzel gözü karartmak için, dünyanın öteki ucundan buralara gelmek nasıl bir duygudur ve bunu hangi gönül sahibi açıklayabilir?
Dün, kentin parklarında dolaşan geyikler, bugün bozkırların en ücra, en uzak yerlerine çekildiler.
Dün, insanlarda hala umut gören geyikler, bugün ıssız bozkır soğuklarında insanlığın ölümüne ağlıyorlar.
Geyiklerin korkuları asla kendi ölümleriyle ilgili değildir; onlar, insanlığın ölümünden korktukları için uzaklara kaçıyorlar. İnsanlığın ölümüne dayanamayan geyikler, insanlığın ölümünü uzatmaya çalışıyorlar.
O nedenle uzaklara çekildiler.
Kartallar, bu bozkırların sultanıydılar, kralıydılar.
Gökyüzüyle bozkır, yarış içindedir. Birisi aşağılarda uzanır, diğeri yukarılarda. Ortasında da kartallar uzanır. Ve kartallar süzülür, bozkırın üstündeki en küçük bir hareketliliği görür, değerlendirir ve kurşun gibi yumulur.
Ve kartal kanatlarını açıp da bozkırı bastırınca bağrına, orda kimsenin sözü geçmez artık.
Bozkırın en derin varlığıdır kartal.
Ve yalnız uçarlar.
Ve sadece kendi bölgelerinde uçarlar.
Koca bozkır, kartallar arasında paylaşılmıştır.
Ve hiçbir kartal, diğer kartalın hükümranlık alanına dalmaz.
Bozkırda gökler ve yüksek kayalar, kartallarla anlamlıdır.
Moğolistan’da, son kartal da vurulmak üzeredir.
Ve vurulmuş bir kartal uzun kanatları ve ağır gövdesiyle insanlığın üzerine düşmek üzeredir.
Kartal yeryüzünün anlamıdır.
Kartal, güçtür.
Kilometrelerce yükseklerden uçarlar.
Bin metre yükseklikten, yerdeki en küçük bir hareketi, rengi seçebilirler.
Otların arasında kamufle olmuş bir tavşanı, yılanı görür ve kurşun gibi süzülür üzerine.
Bir kartal seksen-yüz sene yaşar.
Tek eşlidir ömür boyu, sadıktır.
Ve yuvası için yüksekleri seçer ve ömür boyu aynı yuvada yaşar.
Bir ya da iki yumurta yapar dişisi. Birlikte besler, büyütürler yavrularını.
Önce yumurtadan çıkan yavru, anne-babası yokken, yuvadan atar sonradan çıkan yavruyu.
“Kral benim” der bir bakıma.
İşte Moğolistan’ın, yüzyıllık kartalları, geyikler gibi yok olmaktadırlar.
Doğasında, sıkışınca insanlara da saldırma duygusu vardır.
Bütün kartalların intikamını alacak son kartal, yuvasında beklemektedir.
Günümüz resmi görüşmelerle geçti.
Türkiye Büyükelçisini, Moğolistan Eğitim Bakanını, Cumhurbaşkanı Yardımcısını, Belediye Başkanını ziyaret ettik.
Hepsinden aldığım notlar oldu.
Büyükelçimiz konularına hâkim, ne yapmamız gerektiğini, buralarda neler olduğunu, nereden nereye gelindiğini anlattı.
Eğitim Bakanı, Moğolistan’daki beş Türk okulunun kendileri için model olduğunu, buralardaki başarılı çalışmaları öteki okullara da yaymaya çalıştıklarını anlattı.
Akşam, kaldığımız otelde, Moğolistan’ın ileri gelenlerine bir yemek verildi.
Yadigâr Eğitim Kurumlarının onbeşinci yılı nedeniyle düzenlenin yemekte ben de bir konuşma yaptım.
Önce Türk ve Moğol Milletvekilleri karşılıklı bir konuşma yaptılar.
Anayurttan Atayurdumuza selamlar, iyi dilekler ve daha somut, daha kalıcı işbirliği önerileri dile getirildi.
Ulanbatur Eğitim Müdürü ile ben de karşılıklı olarak sahneye çıktık.
İnsanlığın bir vücudun azuvları gibi olduğunu; dünyanın herhangi bir yerinde bir acı ya da mutluluk yaşandığında, bunun en uzak yerdeki kişiler tarafından da hissedilmesi gerektiğini, dolayısıyla uzaklığın da yakınlığın da göreceli olduğunu; bu dünyada herkesin birbirine ihtiyacı olduğunu belirttim.
Bir kişinin bir başka kişinin gözlerine bakıp gülümsemesinin, dünya ailesine bir katkı olduğunu; aslında başkasına gülümserken, kendimize de iyilik yaptığımızı söyledim.
Ulanbatur Eğitim Müdürü de ülkelerindeki Türk okullarının inanılmaz başarılarından söz etti ve ziyaretimizden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
15 ARALIK 2009 SALI günü, Ulanbatur’un kenar mahallesindeki çadır evlerin arasından geçtik.
O kadar derin bir sefalet var ki, Moğıllar, bu mahallelerin yola bakan yüzlerini kapatmış; yoksulluğu, sefaleti gizlemeye çalışmışlar.
Oysa sefalet de zenginlik gibidir, gizlenemez.
Kırk km kadar ilerdeki Tonyukuk Anıtlarına doğru yola çıktık.
Anıtlar, Ulanbatur’a 40 km kadar uzaklıkta.
Yolda durduk.
Bozkır, alabildiğine uzanıyor.
Soğuk, kurşun gibi ağır.
Kar ve rüzgâr, burada iki kardeş. Gelen-gidenleri birlikte karşılıyorlar.
Sanki yabancıları tanıyor, etrafında dört dönüyorlar.
Biraz ilerdeki Kazakların yaşadığı kasabaya atıyoruz kendimizi. Evlerin çoğu kerpiçten, bir kısmı da çadır.
Çadırlar, bildiğimiz siyah, kıldan yapılmış yörük çadırı değil.
Yuvarlak, keçeden yapılmış; tepesinde soba borusu görünüyor.
Kazak camii de dışarıdan olmasa da, içine girince aynı mimari özelliği taşıdığı anlaşılıyor; yuvarlak, çadır formatında.
Bir kaç yaşlı Kazak, ince, seyrek sakallarıyla gelerek, bize ilgi gösteriyorlar.
Gülümsüyor, elimizi sıkıyor, selam veriyorlar.
Bizim Tika’nın yaptırdığı yoldan devam ediyoruz.
Bir süre sonra, karın örttüğü yol da kayboluyor. Daha önce geçmiş bir kaç taşıtın izinden devam ediyoruz.
Zaten ortam dümdüz ve bozkır uçsuz, bucaksız uzanıyor.
İlerde dağlar, tepeler var.
Tepelerin yamaçlarında üçbeş ağaç da görünüyor.
Moğolların bir atasözü var: “Her Moğolun bir yolu vardır.”diyorlar.
Biz de bu atasözüne uygun olarak kendimize bir yol buluyor ve Tonyukuk Anıtlarına ulaşıyoruz.
Dümdüz bir ovada iki dikili taş.
Üzerindeki yazılar iyice eskimiş.
Anıtın çevresi Tika tarafından çevrilmiş, onarılmış.
Soğuk ve rüzgâr hâlâ yanımızda.
Ziyaret kısa sürüyor.
16 ARALIK 2009 ÇARŞAMBA sabahı erkenden kalkarak havaalanına gittik.
Yaklaşık yirmi saat sürecek yolculuk başladı.