• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası


07 Ağustos 2012

Salı




10 Temmuz 2012 Salı günü, eşim Semiray ve kızım Merve ile Kahramanmaraş’a gittik.

Kızım Merve, Kahramanmaraş’ı çok bilmez.

Gerçi Andırın’da doğmuştur ama ömrünün önemli bir kısmı, diğer çocuklarım gibi Ankara’da geçmiştir. Birazı da İzmir’de.

Semiray ve Merve ile Kahramanmaraş’ın klasik yerlerini dolaştık.

Kapalı çarşı, kuyumcular, bakırcılar çarşısı ve Abarabaşı gibi, elli yıl önce de aynı olan ve çocukluğumuzun unutulmaz mekânlarını birlikte dolaştık.

Yakında yayımlanacak olan Kısık Vadisi adlı romanımda da anlatılan yerleri, hanları, çeşmeleri, Ulu Cami çevresini gösterdim, anlattım Merve’ye.

Ne tuhaf!

Bundan yetmiş yıl önce, dedem Kâhyaoğlu Ahmet, çarıklarıyla ve şalvarıyla, şaşkın şaşkın dolaşmıştı buralarda ve bir an önce, işlerini bitirerek köyünün serin ve özgür ortamına kendini atmak istemişti.

Merve, dedemden sonra dördüncü kuşak.

Ankara’da yaşıyor ve Kahramanmaraş’ı az biliyor.

Kertmen Köyü’nü ise sanırım sadece bir kez gördü ve o da biraz benim ısrarımla oldu galiba.

Büyük dedesinin hayatına ve dokunduğu, ayak bastığı yerlere de fazla ilgili görünmüyor.

Kimbilir torunlarımın ve onların çocuklarının, yani dedemden sonraki beşinci kuşak ve altındakilerin, bu topraklara ilgisi nasıl olacak.

Kısık Vadisi romanını yazarak, onlara atalarının biyografik mirasını hediye ettim.

Benden bu kadar!

 

13 Temmuz 2012 Cuma günü, Semiray ve Merve ile Andırın’a gittik.

Can dostumuz Hasan Tor, trafik kazasında hayatını kaybedeli aylar oldu.

Ağır yaralanan ve şimdilerde epeyce iyileşen, Hasan Tor’un eşi Hayriye ablamızı evinde ziyaret ettik.

Bizi görünce çok sevindi ve hüzünlendi.

 

Hasan Tor, Kur’an kursu öğretmenliği ve belediye başkanlığı yaptı Andırın’da.

Herkesin saygı duyduğu bir kişiydi.

Son derece mütevazı, güler yüzlü, kinsiz, hilesiz, gıybetsiz, açık sözlü, iyimser ve elbette âlim bir zattı.

Politikaya atıldıktan sonra da, “siyaset üstü” konumunu hep korudu.

Rakiplerinin de saygı duyduğu bir insandı.

 

“Zor zamanlarda”, Merkez Cami’nin bitişiğindeki Kur’an kursunda epeyce öğrenci yetiştirdi. Andırın’da, belki birçok evde, O’ndan beslenmiş, O’na Fatiha gönderen öğrencileri vardır.

Toplumu ayakta tutan, toplum için fedakârlık yapan temel dinamikler vardır. Belki hepimiz onlar sayesinde ayakta durabiliyoruz. Belki çoğumuz, farkında bile olmadan onlara yaslanarak, onlardan beslenerek, onları severek yıkılmıyoruz.

  

Bir bölgede, bir ilçede yüzlerce-binlerce kişinin gönül dünyasının onarılmasına katkı vermişsen eğer, ölüm seni öldüremez.

Olsa olsa, ölüm, insanların iç dünyalarındaki yerini güncelleştirir, vicdanlardaki yerini sağlamlaştırır.

Fatihalar ve dualar, arkandan akar durur.

 

Şimdi birer yetişkin olan evlatları, “Hasan Tor’un çocukları” olarak, yeryüzünde başları dik gezebilirler ve O’ndan aldıkları manevi mirası yaşatacak bir “dinamik” elbette çıkacaktır.

. . . 


Sonra Hayber Kitabevi’nde Bilal Öksüz’ü selâmladık.

Bu kitabevinin, otuz-otuz beş yıl önce adını ben koymuştum.

Bir çocuğun, bir mekânın “isim babasıysanız”, sizin için daha farklı bir anlamı vardır.

Andırın Lisesi Müdürlüğü yaptığım yıllarda, bu kitabevi, bir “ticarethane” olmaktan öte, bir kültür merkezi, bir yenilenme, bilenme, arınma, yücelme, eksiklikleri giderme, yetişme merkeziydi.

Akşamüstleri, dükkânın önündeki küçük iskemlelere oturan üç-beş kişi, hep aynı derdin dertlisiydiler.

Fedakârdılar.

Birbirlerine karşı özlem içindeydiler.

Okunan ezanın farkındaydılar.

Bilal Öksüz, gelenlere durmadan çay söylerdi.

. . . 

 

Sonra Yokuş Sokak!

Aslında, bu da bir roman adı olabilir.

Bu sokakta, sadece benim yaşadıklarım ve bildiklerim, bir romanın hacmini aşabilir de.

Bu sokakta Sanat Matbaası var.

Andırın Postası burada çıkıyor.

Bir zamanlar, İkindi Yazıları Dergisini, Nedim Ali (Mehmet Ali Zengin) ile burada çıkarmıştık.

İkindi Yazıları adını da ben koymuştum.

 

O zamanlar Andırın’da, yazan sadece ikimiz vardık.

Nedim Ali’nin eli yeni yeni kalem tutuyordu.

Yüreğindeyse çağıldayan bir ırmak vardı.

Ve her gün, onlarca kez “yazı antrenmanı” yapıyorduk.

Her gün birlikteydik ve her gün birbirimize mektuplar yazıyorduk.

 

Küçük bir kasabada yaşıyorduk, mütevazı bir hayatımız vardı ama büyük hayallerimiz, büyük ideallerimiz hep önümüzde duruyordu.

 

Sanat Matbaasında güler yüzü ve mütevazı duruşuyla İskender Zengin karşıladı bizi.

Nedim Ali’yle yıllarca baş başa oturduğumuz, ahşap kaplama küçük odaya oturduk.

Duvardaki tablolar, masanın üstündeki aksesuarlar, raflardaki kitaplar aynı.

Her şey, her şey, her şey aynı; her şey yerinde duruyor ve Nedim Ali’nin ruhaniyeti orada ama kendisi yok.

İskender var!

Tebrikler, sen çok yaşa İskender!

 

Üst kat Mustafa Zengin abimizin evi.

Oraya çıktık.

Yıllar önce Mustafa abiyle de az zaman geçirmedik ve bugün işte onları konuştuk.

Ömür dediğin bir hayâl, görülmüş bir rüya.

Bir kısmı yaşayan, bir kısmı Rahmet-i Rahman’a kavuşan dostlarımızı tek tek, isim isim andık.

İyi insanlar çekip gittiler.

Nedim Ali, Feramuz Aydoğan, Hasan Tor…

Hepsi de bir rüya kadar güzel insanlardı.

Hepsinden içimizde kalan derin hatıralar var.

 

Mustafa Zengin’in evindeki, soyadı gibi, gönlü gibi zengin kütüphanesinde birkaç saat geçirdik; bu birkaç saate içimizin hüznünü; uzamış, esnemiş, genişlemiş bir zamanın gürül gürül akan ırmağını sığdırdık.

Mustafa Zengin, Nedim Ali’nin babası.

Ne bahtlı baba!

Cenab-ı Allah, kaç babaya Nedim Ali gibi bir evlat nasip etti?

Büyük insanların sevgisi de, acısı da büyük oluyor işte.

 

Sanırım 1999 yılında, rahmetli kardeşim Feramuz’la, Mustafa Zengin’in evine başsağlığına gitmiştik.

Feramuz, Nedim Ali’yle ilgili; ölümünün, bir namaz bitiminde, camide, eller duadayken oluşunun hikmetleri üzerine değerlendirme yapmıştı.

Ve ikimiz de çok kederliydik.

Ve Feramuz, Nedim Ali’nin geride kalanlarıyla, evlatlarıyla, eşiyle ilgili de epeyce söz söylemişti.

Çok değil; bir-bir buçuk yıl sonra Feramuz da gitti.

Ve biz, bu gidişin hâlâ süren etkisiyle, Feramuz’un söylediklerini unuttuk.

Feramuz’un ölümü, belli ki bize öteki ölümlerin acısını erteletti.

 

Bu ziyaret bana, öbür âleme göç eyleyen yakın dostlarımızın, bu âlemde kalanlarının yüklerini hatırlattı.

Ve Nedim Ali’nin oğlu Ezel Malik’in, Ankara’da üniversitede okuduğunu öğrenmem yüreğimi öyle bir sızlattı ki!

Anlatamam!

. . .

 

Andırın’da, eşim Semiray’ın dayılarına ve diğer aile dostlarımıza uğradık.

Sırf bu insanları ziyaret maksadıyla, yıllar sonra buralardayız.

Akan boz bulanık hayat seli içinde, yapmamız gereken en önemli şeyleri ihmal etmişliğimizin derin üzüntüsünü duydum.

 

Önümüzde duran sayısız örneklere rağmen, bu dünyanın “yalancılığına” bir türlü inanamamışız.

“Yalancı dünya” da bu zaafımızı bildiği için, bizleri tepe tepe kullanıyor işte.