3 KASIM 2009 SALI günü, İzlanda’nın başkenti Reykjavik’in Brautarholt caddesindeki Hotel Björk’ün 217 numaralı odasında yine yalnızım.
Burada dört yalnız gecem var.
Yalnız ve uzak.
Yalnız ve kibirsiz.
Yalnız ve eller açık.
Yalnız ve baş başa.
BELKİ de, beni ayakta tutan, yani mükemmel bir şekilde yakınlaştıran, belki uslandıran, belki dolduran, belki fark ettiren hep bu yalnızlıklarım olmuştur.
Bu uzak yalnızlıklara, adeta koşarcasına, kaçarcasına gidiyorum.
Yakınken, yalnız olamıyorsun.
İnsan kendi evinde, kendi kentinde, hatta kendi ülkesinde yalnız kalamıyor.
Bir odada, bir evde tek başına olman, yalnız olman anlamına gelmiyor.
ASLINDA, yalnızlık uzaklık demektir.
Ya da yalnızlık, en yakınlıktır. Kendi içine, kendi dünyana, kendi macerana, kendi değerlerine en yakın olduğun yer, en yalnız olduğun yerdir.
Yalnızlık en uzak ve en yakın yerdir.
İnsanların içinde, kalabalıklarda en yalnız; ıssızlıklarda, kendi başınayken de en mutlu, en coşkulu, en “yakın” olabilirsin.
Hem çok uzak, hem çok yakın bir yalnızlığın zirvesindeyim.
Akşam otelin restaurantında tanışma yemeği vardı.
Fransız, İskoç, Finlandiyalı, Belçikalı heyetler kendilerini takdim ettiler.
Rahat ve espirililer.
İlk kez burada karşılaşıyorlar ama yıllardır tanışıyor gibi bir havaları var.
En alâkasız gibi görünen sözlere bile kahkahayla gülüyorlar.
Konuşuyor, esprilerine katılıyor, birlikte hareket ediyorum ama, bir an önce yalnızlığıma koşmak istiyorum.
Yalnızlığım, kavuşma saatim benim.
Armağanım.
İzlanda’nın dağlarına kar yağıyor ve üşüyorum.
Geçmişimde ne varsa, önüme dökülüyor.
Uzağım, yalnızım, “yakınım”.
İçime bir kene gibi yapışmış, hiçbir zaman söküp atamadığım kaygılarımlayım.
Burada volkanik dağlar çok fazla.
Dağlar, için için yanıyor.
Dağlara kar yağıyor ve dağlar yanıyor. Atlas Okyanusunun ortasında olmak dağlara yetmiyor. Okyanuslar yanmayı önleyemiyor.
REYKJAVİK’de ikiyüz bine yakın insan yaşıyor.
Bütün İzlanda nüfusunun yarıdan çoğu burada.
Havaalanı Reykjavik’e elli km. Yollar düzgün.
Ama bir tek ağaç yok. Gözle görülebilen hiçbir yerde, dağlarda, ovalarda bir tek ağaç yok.
Gözün gördüğü her yer simsiyah, lav artığı topraklar, kayalar.
İnsanlar bu ürkütücü tablo içinde nasıl yaşıyorlar diye düşünüyorum.
Buralardan ayrılmak zorunda kalanlar, buraları da özlüyorlar mı diye düşünüyorum.
Evet ama, her varlığın bir özleyeni vardır: Mutlaka vardır.
İzlanda’da, söylendiğine göre 47 Türk yaşıyor. Sadece 47 kişi. Bunlardan birisiyle tesadüfen Kopenhag’da karşılaştık, Yasin’le.
Cana yakın, iyimser, esprili bir kişi olan Yasin, bizimle yakın akrabaları gibi, aile dostları gibi ilgileniyor.
NE TUHAF! Hiçbir gelecek görmediğim, bir tek bitki yetişmeyen, kocaman bir lav püskürtmesi adada, insanlar şehvetle hayata sarılıyorlar.
Ve herkes burada, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor.
Ve eminim ki, buradaki insanların da kaprisleri, kıskançlıkları, yalancılıkları, aşkları, kaçamakları, dostlukları, iyilikleri, kötülükleri vardır.
İleriye dönük plânları vardır.
Evlendirip yuva kuracak gençleri vardır.
Düğün ve ölüm merasimleri, başsağlığı dilekleri vardır.
Göz göze gelişler vardır.
Issız dağ başlarına kaçışlar vardır.
Ayıplar, günahlar, yasaklar vardır.
Belki bir kez geçer diye, sokak başlarında bekleyişler vardır.
Bir karşılık görmeden, bir güzel söz duymadan bir ömür geçirişler vardır.
Rastlantılar, güzellikler, mutluluklar vardır.
Issız bir adada, sabahlara kadar süren doyumsuzluklar vardır.
Bir ufak şey yüzünden karşısındakini can düşmanı bilen kindarlar vardır.
Affedenler, affedilenler; yorularak az kazananlar, yorulmadan mal mülk sahibi olanlar vardır.
Dişiyle, tırnağıyla kendine yer edinenler; doğmadan bu yeri hazırlanmış olanlar vardır.
Bu dünyanın herhangi bir yerinde ne varsa, burada da o vardır.
Kuzey Kutbu’na yakın bu simsiyah adada, kocaman bir dünya vardır.
4 KASIM 2009 ÇARŞAMBA günü artık İzlanda’nın karlı dağlarını da aşarak, en uzaklara, buzullara kavuşuyoruz. Başkent Reykjavik’e
Türk rehberimiz Yasin, son sözü söylüyor:
“Bu arabayla, artık buradan ileriye gidemeyiz”
Buzullar 30 km ileride, gökyüzü gibi masmavi görünüyor.
Sağda, derinlerde çağlayan ve insanı ürperten şelale ve
Dönüşte bir hayvan çiftliğine uğruyoruz.
Yaşlı ve yaşını göstermeyen bir bayan çıkıyor, gülümseyerek.
Karşısında Dünya’nın öbür ucundan gelmiş yabancı insanları görünce ürkmesi, çekinmesi gerekir diye düşünüyorum.
Issız dağ başında bir çiftlik ve çiftlikte aile bireyleri dahil altı kişi çalışıyor.
Yüz civarında inek, bir o kadar da koyun var.
Evler, ahırın hemen yanında ve lüks villa görünümünde.
Ev sahibesi bayan güler yüzlü, konuksever.
Bizi tanıdığını sandım, öyle sıcak.
Ahırı, yem deposunu, hayvanları bütün detaylarıyla anlatıyor.
Evinde kahve ikramı için ısrar ediyor.
Soğuk, her yer soğuk.
Geç vakitte, başkentteki otelimize dönüyoruz.
5 KASIM 2009 PERŞEMBE günü başkente 45 dakika uzaklıktaki Bluelagoon kaplıcalarına gidiyoruz.
Turist kaynıyor.
Akşamüstüdür.
Herkes açık hava havuzdadır.
Su sıcak, çok sıcak. Dışarıda kaldığımız için başımız üşüyor.
Ay doğuyor.
Ay sıcak havuza vuruyor.
Yine dünya ile gökyüzünün iletişimi başlıyor.
6 KASIM 2009 CUMA günü, az sayıdaki Müslüman için yerel yönetimin tahsis ettiği dairedeki derneğe gidiyoruz.
Kırk elli kişi var.
Kahramanmaraş’ın Türkoğlu İlçesi’nden Ferit’le burada tanışıyoruz.
Ferit Marmaris’te bir tatil teknesinde aşçı olarak çalışırken, İzlanda’dan turist olarak gelen bir kızla tanışmış, sevmiş ve buralara kadar gelmiş.
Bir buçuk yıldır İzlanda’da.
Bir lokantada çalışıyor. İngilizce biliyor.
Bir kızı olmuş, Selma.
“Dinini kendisine bırakacağız” diyor. 18 yaşına gelince seçecek.
Annesi Hristiyanlığı ve İzlanda dilini, ben de Müslümanlığı ve Türkçeyi öğreteceğim.
Bakalım, hangisini seçecek.
Herkes özgür diyor.
Her ulustan insan var, ortak dilleri İngilizce.
Gurbet ve uzak bir gurbet hüznü, herkesin yüzünden okunuyor.
Akşam bir İzlandalıyla evli, Konyalı Selma Hanım’ın evine kahve içmeye gidiyoruz.
Yine İzlandalıyla evli olan Saadet’le eşi de gelmiş. Hamileliği belirgin.
Bizi gördüğü için, Türkçe konuştuğu için, Türkiye’yi konuştuğu için öyle mutlu, öyle coşkulu, öyle hüzünlü, gözleri parıldıyor.
İzlandalı eşler, sessizce oturuyorlar, konuşulanları anlamıyorlar.
Selma’nın üç kızı var.
Üçü de Türk adını taşıyor. Selma buralı olmuş artık.
Saadet buralarda daha yeni.
Sık sık İstanbul’daki annesiyle konuşuyor, bizden söz ediyor.
Saadet gurbeti yaşıyor.
Geleceğin belirsizliklerinden korkuyor.
İstanbul’da tanıştığı İzlandalıyla gönülleri kaynaşmış, evlenmiş ve gelmişler buraya.
Hayat böyle işte.
Selma bu adamla tanışıncaya kadar adını duymadığı, dünyadaki varlığından haberinin olmadığı bir ülkeye gelin gelmiş.
Simsiyah dağlarla karşılaşmış.
Simsiyah dağları yurt edinmek zor geliyor, besbelli.
Annesinden bu kadar uzak düşmek zor geliyor.
Saadetin yüzüne bakınca, kendi kızlarımı görüyorum.
Ağlamaklıyım.
7 KASIM 2009 CUMARTESİ günü erkenden Kopenhag’a uçuyoruz.
Burası sanki yıllarca yaşadığımız bir yer gibi. Öyle tanıdık, öyle bizden ki.
Avrupa’nın kentleri, birbirine benzer.
Hepsinde tarih ön plândadır.
Geçmişe ait ne varsa, korunmuştur.
Ama İzlanda farklıdır.
Kopenhag’ta Türkler ayrı bir “yer” edinmişler.
Daha doğrusu Avrupa ülkelerine giden ilk kuşakla, şu andaki üçüncü kuşak arasında belirgin bir fark var.
İlk kuşak temizlik işçisiydi ve değer görmüyor, varlığı fark edilmiyordu.
Üçüncü kuşaksa, Avrupalılarla yarışıyor; seçimlerde aday olarak billboardlara çıkan isimlerin önemli bir kısmı “tanıdık.”
Dükkânların, lokantaların adları da tanıdık.
Melmo, İsveç’in bir kenti.
Kopenhag’la arasında bir uzun köprü var.
Denizin altından Melmo sadece yarım saat.
“Dünya küçüldü” denilen şey burada somut, daha somut. İsveç’te oturan bir kişi, her gün Danimarka’nın herhangi bir yerindeki bir iş’te çalışıyor. Her gün ayrı bir ülkeye çalışmaya
gidiyor.
Türk imajı değişmiş.
Olumlu bir yere gelmiş, bu kesin.