1 TEMMUZ 2008 SALI GÜNÜ Alaeddin Aydoğan, oğlum Muhammet Mustafa, ağabeyim Mehmet Usta ve bir grup arkadaşımla birlikte, doğduğumuz yer Kahramanmaraş’ın Kertmen Köyüne gittik.
Sekiz yaşıma kadar bu dağ köyünde yaşadım.
Alaeddin’le birlikte.
Yarım asırdır çocukluğumun, bu dağların, traktör giremeyecek kadar bayırlarda bulunan tarlalarımızın, ormanların, ağaçların; içinde her türlü meyve bulunan bahçemizin; kuşların, karıncaların ve böceklerin etkisinden kurtulamadım.
Buraların özlemini de içimden atamadım.
Alaeddin’le bir araya gelince, köyün şivesiyle, çocukluğumuzdaki gibi konuşuruz.
Buralara ilişkin hayaller kurarız.
Bu hayallerimizi birbirimizle paylaşırız.
Dünyanın en büyük keyfi bu olur bizim için.
Alaeddin Almanya’da, bense İzmir’de.
Akşamları Alaeddin arıyor, uzun uzun kahkahalar arasında bu hayâllerimizi paylaşıyor, rahatlıyoruz.
Bu, kuşların bile kendini ‘garip’ hissettiği köye, kendimize villalar yapıyor, asfalt yollar, süt fabrikaları kuruyor; helikopterle inip kalkıyoruz.
Aslında bu köyde bize ait bir karış toprak yok.
Ama, olsun.
Her yer bizim gibi davranıyoruz.
Bu akşam, yine bu hayallerimizi paylaşırken Alaeddin, ‘Karaveli’nin çayırını kendime helikopter pisti yapacağım’ dedi.
Ben de, ‘orası çocukluğumuzda oyun oynadığımız çayırlıktır. Mümkün değil, oraya beton döktürmem.’ dedim.
‘Hayır’ dedi Alaeddin, ‘yapacağım’.
Güya, tartıştık.
Ankara’daki Ömer Faruk’u aradım. Olayı yine kahkahalarla anlattım.
‘Şu Alaeddin’in telefon numarasını verir misin?’ dedi Ömer Faruk.
Verdim.
Yarım saat kadar sonra Almanya’dan Alaeddin tekrar aradı.
‘Tamam kardeşim, tamam’ dedi, Karaveli’nin çayırına helikopter pisti yaptırmıyorum.’
Kanaatini değiştiren nedir? Çok ısrarlı görünüyordun’ dedim.
‘Ankara’dan ağır adamları araya koyuyor, beni zor duruma düşürüyorsun, haydi istediğin gibi olsun’ dedi.
İşte Alaeddin’le buralardayız.
Çocukluğumuzda birlikte oyun oynadığımız şimdi her birisi yaşlı başlı adamlar olan köylüler geldiler, toplandılar.
Akrabalarımızdan birinin evinin önündeyiz.
Kurbanlar kesildi, yenildi, içildi.
Bağlara, bahçelere, tarlalara gidildi.
Erikler, elmalar, dutların dallarına çıkıldı. Vakit kocadı, sıcaklar arttı. Soğuk sular yüzümüzü, kollarımızı serinletti. Cırcır böcekleri, kim bilir kaçıncı nesil, bizi tanıdı, iyi karşıladı.
Taşkuyu denilen yerde, berrak, soğuksuların huzuruyla, elli yıllık hayalin hüznü, yüreğimizi yoklayıp durdu.
1 Temmuz 2008 SALI GÜNÜ, işte dünyanın bu ıssız köşesinde, dünyadan habersiz, dünyayı da aşan bir şölen oldu.
Ben de herkes gibi,
Çocukluğumu sayıklayacağım yaşlanınca,
Yaşlanabilirsem eğer.
Annem çıkar gelir karşıdan,
Kucaklar beni burcu burcu kokusuyla.
Dağlarda açan çiçek olur,
Dallara konmuş kuş olur,
Ruhumda esen serin bir rüzgâr,
Derin bir pınar.
Belki, kaybolmuş bir özlem dirilir,
Boynu bükük çocuklar tırmanır aşağılardan,
Patika yollarda dizilmiş sıra sıra,
En büyükten küçüğe doğru,
İkinci sıradayım,
Dört çelimsiz çocuk,
Dört yumuşacık yumruk,
Ve dört eğilmiş baş,
Çınarlara, söğütlere olmuş arkadaş.
Yaşlanınca ve hatta başucumda dolanırken güzel ölüm,
Ninem çıkar gelir ahşap kapıdan,
Görürüm, gördüğümü görmez kimseler,
Mübarek ellerini koyunca yüzüme
Unutur ölümü,
Gülümserim.
Bilmezler niye gülümsediğimi başucumdakiler.
Ben yaşlanınca ölüm, serilmiş bir döşek olur,
En çok Alaeddin’e bağırırım, gözlerim sabit,
‘Kaç oradan kaç, kaya yuvarlandı yukarılardan’
‘Koyunları saydın mı, kınalı yok gibi sanki’
‘Yılanlar saldıracak sana, niye öldürdün zavallıyı’
Yine annem gelir, gülümseyen gözleriyle,
Annem, canım annem,
Şefkatin yumuşatır ölümü bile.
Ninem gelir ahşap kapıdan gıcırdatarak,
Yüzündeki asırlık hüzün,
Dağılır gider dağların ardına,
Ölüm değil onu telaşlandıran,
Ölüme alışkın zaten.
Yiğit bir küheylanın sırtında,
Telli duvaklı gelin olmuştu bir zaman,
Yokluk bir yandan,
Kıtlık bir yandan,
Yemen’e gitmiş, bir daha haber alınamamıştı kocasından,
Gidişinin bile tarihi yoktu.
Telli duvaklı gelin olmuştu işte,
Halaylar çekilmiş, tüfekler sıkılmıştı.
Harman yerine serilmişti sofralar,
Çevresine bağdaş kurup oturmuştu erkekler,
Güneş kırmızıydı,
Al aldı yanakları tepelerin,
Uzun kanatlı bir kartal,
Dolanıp duruyordu üstünde yüksek kayaların,
Benim tanıdığım hiç kimse,
Gelmemişti dünyaya daha.
Kayalar, kartalın eviydi besbelli.
Devran dönüyordu,
Ve tavuklar ürküyordu,
Akıp gidiyordu hayat.
Sonra, bulutlar kara bulutlar çökmüştü üstüne dağların,
Yokluğa yağmıştı karlar,
Gelinliğini yaşayamamış, kadın bile olamamıştı hiçbir zaman.
Ben yaşlanınca ninem gelir ahşap kapıdan,
Hüzün de arkasından gelir.
Annem gelir gülümseyen gözleriyle,
Sonra Alaeddin gelir soluk soluğa,
Sırtında yırtık gömleği ve gözleri kançanağı.
Alaeddin ki,
Yanık türküler gibiydi,
Kırmızı bir günün anısı gibi.
Buğday başaklarına dokunmuş,
Kokusunu duymuştu hasretin.
İçimizde en çok o bilirdi hasreti.
Ve Alaeddin gelir işte soluk soluğa,
‘Koyunlarımızı bulamadım’ der,
‘Koyunlarımızı bulamadım.’
‘Ömer Faruk da bulamamıştı’ derim ben de.
Şaşırır başucumdakiler bu sözüme.
‘Su verin’ derler hastaya,
‘Su verin, sayıklıyor.’
İşte yaşlanınca böyle olur insan,
Anlar bulamadığını koyunlarını,
Ve artık bulamayacağını.