• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

12 Haziran 2012
Salı


Herkes nefesini tutmuş, dinliyordu.

Büyük bir sürprizle karşı karşıyaydılar.

Ve artık herkes neredeyse iyice anlamıştı ki Karakâhya, Nazife’ye talip olacaktı.

Kâhyaoğlu Osman  avuçlarını  sıkıyor, Nazife konusunu açmamaları, böyle bir talepte bulunmamaları için dua ediyordu.

Nazife, odaya sürekli girip çıktığı için durumun farkında değildi.

Sadece göz ucuyla Osman’ı yokluyor; Osman’ın benzinin sarardığını, canının fazlasıyla sıkıldığını, gerildiğini fark ediyor, anlamaya çalışıyordu.

 

“Kısacası Allah’ın emri, Peygamberin kavli ile kızınız Nazife’yi, oğlumuz Osman’a istiyoruz. Bugün arkadaşlarımla beraber burada olmamızın sebebi budur. Aramızdaki akrabalık ve dostluk ilişkilerinden yola çıkarak, elimizi boş döndürmeyeceğine inanıyoruz.” dedi.

 

Sanki ortalığa bir bomba düşmüştü.

Herkes o anda ölmüştü de, o nedenle kimsenin sesi çıkmıyordu.

 

Karakâhya Osman, babası son sözlerini söylerken, küçük bir çocuk gibi utangaç, gözlerini yere dikmiş, nefes almadan oturuyordu.

 

Normalde kendisine kız istenen delikanlıların dünürcülerle birlikte gelmesi, kendisine kız istenmesine tanıklık etmesi, kız isteme sırasında “cemaatin” içinde bulunması, görülmüş, duyulmuş şey değildi.

Ama bugünkü durum farklıydı.

Bir kere Karakâhya Osman kırk yaşlarında, olgun bir insandı.

Başka bir neden ise, Karakâhya Osman zaten bu evin damadıydı; bu eve yabancı değildi, bu evin evladı gibiydi, rahattı. Çocukları Mustafa ile Hacı, Kâhyaoğlu Ahmet’in torunuydu.

 

Kâhyaoğlu Osman, oturduğu yerde düşüp bayılmamak ya da Karakâhya Osman’a saldırmamak veya kendini yerden yere vurmamak için direndi durdu.

Dişlerini, yumruklarını sıkıyordu.

Kan ter içindeydi.

 

Nazife, odaya son girişinde, kendisiyle ilgili bir şeyler konuşulduğunu duymuş, olacakları hissetmişti.

İnanamamıştı.
Karakâhya Osman’a on beş yıldır “Osman ağabey” derdi. Ablasının eşi, eniştesiydi. Yeğenlerinin babasıydı. Henüz yarı yaşında bile değildi. Bu, kabul edilecek, katlanılacak bir durum değildi.

 

Kâhyaoğlu Osman işin içinden çıkamadı.

Nazife de odada yoktu, çıldıracaktı.

Yerinden ansızın kalktı, tahta kapıyı hızlıca açtı ve dışarı çıktı, kapıyı çekti.

Bir adım attı ki, Nazife’yle burun buruna geldiler.

Mahzun gözler buluştu.

Gözler birbirini bırakmadı.

 

Sevgiyle bakan gözden daha güzel ne vardır bu dünyada?

Ve gözler kadar etkili hiçbir silah yoktur.

Ve gözler kadar konuşkan,

Ve gözler kadar tehlikeli,

Ve gözler kadar insan,

Ve gözler kadar masum,

Ve gözler kadar ıssız,

Ve gözler kadar yalnız,

Ve gözler kadar uzun bir destan yoktur.

 

İkisinin de dili tutulmuştu.

Nazife’nin elinde bir tepsi vardı. Kartal gibi bakıyordu. Osman’a teslim, Osman’a vurgun, Osman’ı kapıp uçacak, dağların başına konacak gibiydi.

 

Kadınların aşkından korkulur.

 

Bir daha baktı Osman’ın gözlerine, daha derin, en derin baktı.

“Aldırma” diyebildi sadece, elinde tepsiyle gerisin geri, geldiği odaya döndü. Bir daha da misafir odasına asla girmedi.

Osman’sa elleri cebinde, boynu bükülmüş; uzun, fidan boyu kısalmış, ufacık kalmış olarak, zifiri karanlıkta evin ardındaki yokuştan çıktı, kayboldu.

 

İnsanların başına böyle yıkılıyordu dünya.